Hâlâ mı "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" diyeceğiz?

Günümüz koşullarında insanın insan olmasına daha var, yorumu yapılabilir. Ama evrimle kapitalist sisteme göre gelişen beyin, yazgımız üzerinde belirleyici olmamalı. Kullanılan yeni teknolojiler, beynimizin ömür boyu gelişim gösterdiğini ortaya koydu; bundan yararlanabilmeliyiz.

Tülin Tankut

Dünya hız kesmeyen onca felakete sahne olurken ya doğa ya dış güç suçlanıyor ama felaketlere sebebiyet verenlere dokunulmuyor.

Bu gidişata dur diyebilecek mağdurlarsa çoğunluğu oluşturmalarına karşın bilinen nedenlerle tepki göstermekte yetersiz kalıyor. Bu güne kadar nedenler arasında sosyo-ekonomik, kültürel, siyasal olanlar başı çekerdi, ancak ileri teknoloji yardımıyla tüketim ideolojisinin birey üzerindeki belirleyici etkisinin sona erdirilmesini sağlayabilecek yeni görüşlerin ortaya atılması, dikkatleri bu yöne de çekecekmiş gibi görünüyor. Örneğin egemen güç için “bireyi kapitalist pazarın rasyonellerine uygun bir zihinselle donatmaya çalışıyor” saptamasını ele alalım. Bunu engellemenin yolu açılırsa insanlık için bir kazanım olmayacak mıdır? Ama hemen ekleyelim; zihin kontrol etme denilince tabii bizim aklımıza önce sinemadan alışık olduğumuz istihbarat örgütleri geliyor ve de onların çeşitli maddeler, yöntemler aracılığıyla kişileri sorguya çekmeleri.

Ancak burada yukarıdaki görüşle uygunluk içindeki bir araştırma olasılığından söz ediyoruz. Tıp alanında kullanılan beyin görüntüleme teknikleriyle beyindeki etkinliklerin taranıp kaydedilmesi bu açıdan da önem arz ediyor. Uzman
bilgilerinden yararlanarak konuya biraz olsun açıklık getirmeye çalışırsak; frontal lob‘ta, beyne gelen uyarılar, bellekteki bilgilerle karşılaştırılıyor ve biz de sonuca göre bilinçli kararlar verebiliyoruz. Kapitalizmin uyaranlarıysa impulsif (dürtüye yönelik) hareketlere zemin hazırladığından beyin bölgelerinin düzgün çalışmasını engelliyor; dolayısıyla mantıklı karar alma yetisi bozuluyor, ki bu da yaşamdaki tercihlerimizi etkiliyor. Sağlıksız tercihlerimizse, daha kolay öne çıkıyor.

Araştırmalara göre, neoliberalizme kadar beynin ödüllendirme merkezi dürtülerden bugünkü kadar etkilenmiyor; dürtüler frontal lob tarafından az çok denetlenebiliyor. Neoliberal kapitalist sistemdeyse, isteğin doğası değişiyor. Vur–kaç misali, sonunu düşünmeden haz peşinde koşma, gününü gün etme v.b. duygular sürekli olarak besleniyor. (Risk almakta acelecilik… Borsada oynayıp kısa sürede paraların katlanması. Ayda 10 kilo verdiren zayıflama diyetleri, ki ölenler oldu; son moda da iştah kesmek için mide sinirlerini uyuşturan mide botoksu! Psikiyatride Freudyen konuşma saatleri, uzun zaman aldığı için olsa gerek yerini ilaç tedavisine bıraktı.) Her şey anlık doyuma yönelik. Önerilen model bu… Daha rafine hazlar peşinde koşmak ilgi çekmiyor! Para yeterli, kültür gerekmiyor! Yaşamın anlamı alışverişte, zevkte, sefada; bundan yoksun kalmak kişiyi öfkelendiriyor. Koronovirüs salgınında bile tüm dünyada kimse alışkanlıklarından vazgeçmeye yanaşmıyor. Kısıtlama tepkiyle karşılanıyor.

Sermaye, giyim-kuşamdan tatilden müziğe, her alana el atmış. Kültür, alınan satılan bir meta haline gelmiş, kültür endüstrisi oluşturulmuş. Tüketim toplumunun sürekliliği ana akım medyayla sağlanıyor. Televizyon programları bile neoliberal politikaları destekleyecek tarzda düzenleniyor. Reklamlarda ön plana çıkan ürün ya da hizmet hakkında bilgi vermekten çok, tüketicide “onsuz yapamayacağı” duygusunu yaratmak. (Gerçek olmayan ihtiyaçlar listesi hayli kabarık!)

Üst gelir mensupları, kale misali korunaklı sitelerindeki yaşamlarını elektronik kilitlerle, çeşit çeşit güvenlik birimleriyle donatarak “özgürlüklerini” garanti altına almaya çabalıyorlar. Kale duvarları arasında mutlu oldukları inancı içindeler.

Ya tüketim toplumunun geneli? Ülkeler arası farklılıklara karşın, mutlu mu, özgür mü?

Bırakalım kendi kararlarımızı özgür irademizle almayı, hayal kurarken bile özgür olabiliyor muyuz? Ne yiyip içeceğimiz, giyeceğimiz, ev dekorasyonumuz, kültür-sanat, eğlence yaşamamız, daha önce hiç bu kadar “uzmanlarca” şekillendirilmeye çalışılmamıştı. (Kına gecesi, nişan, düğün, sünnet, bekarlığa veda partisi, doğum günü partisi… Artık her birinin organizatörü var. Koronovirüs salgınında bile istekler dindirilemiyor.) Bize düşen de “mevcut”lar arasından seçim yapmak. (Özgürlük yanılsamasını gerçek özgürlük sanıyoruz.)

Aşırı tüketim sağlıkta da kendini gösteriyor. Gereksiz tahliller, ilaçlar… Medya aracılığıyla yapılan telkinler kişinin tıbba bağımlılığını artırıyor. Biraz canı sıkılan hemen antidepresana başvuruyor.

Koronovirüs salgınından havacılık çok zarar gördü, diye yakınıyor yetkililer. Yolcu sayısı yarı yarıya azalmış. Turizm haliyle etkileniyor. Salgın tehlikesine karşı uçuşlara sınırlama getirilmesi düşünülmüyor ama. Salgın öncesinde sık sık yapılan yurt içi ve yurt dışı turistik seyahatler; Hac ve Umre ziyaretleri, hava kirliliğine, enerji israfına yol açarken tüketimin ihtiyaca göre olması gerektiği de umursanmıyordu. Oysa tatili herkes hak eder; dini vecibelerini yerine getirmeyi her dindar ister. Buna karşılık tatili, dini mekanları ziyareti bir kez olsun gerçekleştirememiş milyonlarca insan var yer yüzünde.

Vitrinler her tür malı sergilerken alım gücü olmayan bakıp geçiyor önünden. Yiyecek reklamları , düşük gelirli aileleri nasıl etkiliyor acaba ? Hele istekleri bitmeyen çocuklarına söz geçiremeyen ana- babaların çaresizliği…Bencillik, altı boş özgüven, bireyciliği körüklüyor. Tüketim kültürünün sorgusuz sualsiz benimsenmesi, kişilerin zaaflarını kullanmak için pusuda bekleyen uyuşturucu ve fuhuş çetelerini cesaretlendiriyor.

Sonuç: İnsan tükettikçe dünya tükeniyor!

Ardı arkası kesilmeyen orman yangınları… Ormanlık alanlarda ağaç katliamı salgın sürecinde denetim azlığı yüzünden katlanarak artmış… Su baskınları, hortum… gıda krizi kapıda deniyor, kuraklık tehdit ediyor…Dünyadaki işsiz sayısının 60 milyonu bulacağı hesapları… işçi, emekçi, tüm emeğiyle geçinenlerin çözüm bekleyen sorunları… Konumuz olduğu için sözgelimi hazır giyim işçilerinin sorunlarına bir göz atalım. Yasak dinlemeyen ağartılmış, taşlanmış kot pantolon üretiminin başta akciğer kanseri olmak üzere yol açtığı silikozis hastalığından ölen işçiler biliyoruz. Diğer meslek hastalıkları, alınmayan önlemler… Özetle “hayat tarafından yanlışlanan” ve insanlığa gelecek vaat etmeyen bu düzende ısrar neye? Kendi sonunu hazırlıyor, gelecek için umut vaat etmiyor… Doymayan kâr hırsıyla insanlığın tüm birikimini yok etmekten çekinmeyen bir düzen… Uygulayıcıları, işi baştan sağlam tutup eğitim sistemini de politikalarını meşrulaştıracak şekilde düzenliyorlar.

Ancak bireyin bilinçlenmesi durumu değiştirecek, kapitalizmin uyaranlarının etkilerini güçleştirecektir. Günümüz koşullarında insanın insan olmasına daha var, yorumu yapılabilir. Ama evrimle kapitalist sisteme göre gelişen beyin, yazgımız üzerinde belirleyici olmamalı. (Yapay zekanın da bu beyinde tasarlandığını unutmayalım.) Kullanılan yeni teknolojiler, beynimizin ömür boyu gelişim gösterdiğini ortaya koydu; bundan yararlanabilmeliyiz. Kapitalizmden sonra kurulacak olan sistemin insanlığa, onun yaşattığı eşitsizlikleri, felaketleri, acıları yaşatmaması beklenir.

Kapitalist sisteme yönelik her tür muhalif hareket onu biraz daha zayıflatacak, ama pes ettirmeyecektir. Dünyanın sömürülen, ezilen işçi ve emekçilerinin, tüm çalışanlarının örgütlü mücadelesi onun sonunu getirecektir.