Kaan Kavuşan yazdı: Mississippi Yanıyor ve yıkılan heykellerin bağlamı

Film, ırkçılığın en yoğun olduğu Güney kasabalarından birinde, sinema aracılığıyla, tam da Amerikan sinemasının babasının ırkçıların eline tutuşturduğu bu imgelere karşı verilen polisiye bir mücadeleyi merkezine alıyor ve bizi 1964 yılına götürüyor.

Kaan Kavuşan yazdı: Mississippi Yanıyor ve yıkılan heykellerin bağlamı

KAAN KAVUŞAN

Amerika’da kolonyalizmin, köleciliğin, anti-komünizmin, polis zulmünün ve bunlar aracılığıyla yerleşen ırkçılığın tarihi çok eski olmasına rağmen bir o kadar da güncel. Bugün resmen kaldırılmış olan köleliğin tarihsel mirasıyla, kameralar ve topluluklar önünde lanetlenen ırkçılık ve ayrımcılığa, yıllarca süren kurumsallaşmış bir pratiğin ürünü olarak bakarsak, bugünün isyanını daha iyi anlarız.

Hem hikâye anlatımında hem de atmosfer yaratımında her zaman çok başarılı bir yönetmen olan Alan Parker’ın 1988 yılında çektiği Mississippi Burning tam da bunun hakkında esasında. Irkçılığın ve ayrımcılığın hükümetin birimlerine sızmasına izin verilen FBI’ın, en tepeden, Hoover tarafından, komünizm korkusuyla körüklemekte beis görmediği bir dünyanın tarihsel tortusunu buluruz karşımızda ve Parker bunu söylemekten de çekinmez.
Filme geri döneceğim ama şundan bahsetmezsek eksik kalacak: Irkçılığın ve anti-komünizmin Amerikan sineması aracılığıyla yayılımı neredeyse Ekim Devrimi zamanına kadar dayanıyor. Bugün herkes McCarthy döneminin Kızıl Terör dönemini anımsamakta. Ancak o dönem, tarihçiler tarafından ikinci dalga olarak anılıyor. İlk Kızıl Terör dalgası daha 1919 yılında FBI eliyle yurt içindeki “Bolşeviklere” ve onlara kanan, onların aleti olan ayaklanmış “negro” halka karşı organize edilmişti ve sinema da etkili bir silah haline getirilmişti. Amerikan sinemasının ilk başyapıtı olarak kabul edilen Birth of A Nation’da bile buram buram siyahlara karşı ırkçılık vardı. “Sinemanın babası” D.W. Griffith, filminde siyahileri tecavüzcü olarak göstermekten çekinmemiş ancak daha da önemlisi, ırkçı Ku Klux Klanı iç savaşın kaosunun ardından ülkeyi koruyan, düzeni sağlayan milis örgütleri olarak göstermişti. Böylece Griffith, KKK’nin sönümlenmeye başladığı noktada, onu geri döndürmekle kalmamış; daha önce hiç kullanmayı akıl etmedikleri yanan haç, beyaz çarşaf ve kukuleta gibi imgeleri de ellerine tutuşturuvermişti. Bu, Amerikan basınını ve entelijansiyasını hiç rahatsız etmiyordu da.

Öte yandan yıllar geçtikçe, daha önce beraber iş tuttukları bu çetelerin öldürdüklerinin, evlerini barklarını yaktıklarının “yedek işçi ve işsizler ordusu” olduğunu farkında varan kapitalist hükümet hem bu sebepten hem de otorite kaybı korkusuyla olayların önüne geçme çabalarına girişmişti. Ancak bu çabası yerel kolluk güçleri ve eyalet valilerince pek de destek görmedi, özellikle de tarihsel konumlanışı sebebiyle Güney eyaletlerinde. Çünkü sorun çoktan köklenmiş ve yapısallaşmıştı. 50 ve 60’ları kapsayan bu dönemde sinemanın halindeyse hâlâ çok net bir değişiklik yoktu; açık ırkçılık daha hümanizm soslu, üstü kapalı bir ırkçılık halini almıştır sadece. Bu yüzden Mississippi Burning gibi bir filmlerin çekilip çoğalması 80’li yılların sonunu bulmuştur.

Film, ırkçılığın en yoğun olduğu Güney kasabalarından birinde, sinema aracılığıyla, tam da Amerikan sinemasının babasının ırkçıların eline tutuşturduğu bu imgelere karşı verilen polisiye bir mücadeleyi merkezine alıyor ve bizi 1964 yılına götürüyor.

Hemen girişinde, tuvaletlerde üzerinde “beyazlar için” ve “negrolar için” yazan iki tabelayı görüyoruz. Siyahlar yemekhanelerde ayrı oturuyorlar. Barakalarda, gettolarda yaşıyorlar. Bu sırada oy verebilmeleri amacıyla siyahi seçmenleri kaydetmeleri için bölgeye gönderilen iki kişi ve yanlarındaki bir siyahi kasabalı, Ku Klux Klan üyeleri ve polis tarafından yolları kesilerek katlediliyor. Bu sebepten dolayı iki FBI dedektifi ekibi olayı araştırmaya gönderiliyor. Film reelde de gerçekleşen bu soruşturmanın dramatize edilmiş hâli. Filmin başrolünde iki FBI ajanı olmasına karşın, kurumu aklayan bir senaryo da kurulmuyor.

Filmin işleyişini anlatmayacağım çünkü sürprizini bozabilir ama bazı sahneleri ele almak lazım. Özellikle Ajan Ward’ın sıra beklemek istemediği için siyahların bölmesine oturup yemek sipariş ettiği sahne çok çarpıcıdır. Bütün gözler şok içinde ona döner. Günün gerçekliğidir. Şehirdeki yerel halk ölen iki çocuğa üzüldüklerinden bahsederken, üçüncü siyahi kurbanı es geçmektedir. Irkçılık uğruna kutsal bildikleri kiliseleri yakan ırkçıları görürüz. Gerçekten de Amerikan tarihinde KKK birçok kilise de yakmıştır. Polis olayları örtbas etmeye kalkarken, şehrin Valisi de ondan farklı bir şey yapmamaktadır. Hatta açıkça failleri korumaktadır.

Önemli başka bir sahnede halkın arama çalışmaları hakkındaki görüşleri var: Bir vatandaş “Bu işleri bence Martin Luther King yaptırıyor. Hoover (FBI) onun komünist olduğunu söylüyor. Kanıtları olduğunu söylüyorlar” diyor. Başka bir vatandaş, “Onlar bizim gibi değil. Banyo yapmazlar” diyor. Önemli bir girdi de iş adamı Clayton Townley’nin işi finanse ettiği iddialarının sahneye girmesiyle koyuluyor. Söylemlerinde ırkçılıktan, anti-komünizme, Yahudi komplosu zırvalamasına kadar pek çok şeyi kullanıyor ve tipik bir siyasetçi gibi davranarak bunları mitinglerde dillendiriyor. Böylece saç ayağı kurulmuş oluyor: Kapitalizm, devlet aklı ve polis gücü, ırkçılığı üreten şeyler olarak kendini gösteriyor. Ve bütün bunlar, meşhur siyahi yürüyüşleriyle birleşiyor. Mississippi Burning Amerikan tarihindeki bir konjonktürün ürünü, belki de bu yüzden cesur olabiliyor.

Tabii ki şunu söylemek gerekir: Bir film, ansiklopedi değildir, belli bir süresi vardır, odak noktası vardır. Bu filmse, kriminal bir olayı ve onun motivasyonlarını araştıran bir polisiye olmayı tercih etmiş. Yani King’in meşhur ırkçılık karşıtı yürüyüşlerinin etkisini konu edinmiyor kendine. Onu etrafına alıyor ve ondan taraf oluyor ama odağına almıyor. Örneğin ajanlara ölen iki beyaz genç olmasaydı FBI’ın kendilerini buraya araştırmaya göndermeyeceklerini söyletiyor bir sahnesinde.

FBI ajanlarının davayı çözmesi tabii ki ırkçılığı bitirdikleri anlamına gelmez. Çözülen bir davadır, neticede, olgu değil. Film de böyle bir şey söylemiyor, ırkçılığa karşı konumlanışı itibariyle ve bakışıyla da doğru bir yerde duruyor özetle.