Halil Yeni yazdı: "Ne güzel bir dünya bu, İyi ki geldim"

"Türkü söylemek benim için bir aşk halidir. En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım. Ne onlar beni aldattı nede ben onları. Türkü söyledikçe yeşeriyor, çiçekleniyorum."

Halil Yeni yazdı:

Halil Yeni

Sıdıka Umut Bursa Hapishanesinde yatmakta olan Nazım Hikmet’i ziyaret ettiğinde Nazım, bu genç kadına Felsefe okumasını önerecek, Sıdıka bu öneri üzerine Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe bölümüne girecektir. Ruhi Su ise aynı üniversitede bir koro kuracak, ömrünün geri kalan kısmını birlikte geçireceği Sıdıka Umut ile bu koro çalışmalarında tanışacaktır.

Yıl 1946’dır. Sıkıda Su Ruhi’yi yaptığı radyo programlarından, sesinden tanıyordur. Hatta annesi Ruhi Su’nun sesini ve söylediği türküleri çok seviyordur. Ruhi Su Ankara’da Sıdıka Umut ile tanışınca büyük bir aşkın ilk adımı da atılmış olur. Dünya görüşleri arasındaki yakınlığı fark ederler ilk, sonra türkülere duydukları ortak sevgiyi. Önce dost oldular sonrada sevgili.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) yine sıkı takip altındadır ve çalışmalarını gizli yapmaktadır. Her ikisi de zamanla TKP ile ilişkili olduklarını fark ederler. Bu dönemi Sıdıka Su şöyle anlatır:

“Arkadaşlığımız zamanla ilerledi. Beş yıl kadar arkadaşlık ettik ama evlenme konusunda kararsızdık. Çünkü ikimiz de Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesiydik. Bunu gizlediğimiz için ilk başlarda birbirimize bile söylememiştik. Sonra, partiye gittiğimizde birbirimizin TKP üyesi olduğunu orada karşılaşınca anladık. O zamanlar, TKP üyesi olmak yasaktı. Biz de bunu kimseye söylemiyor, herkesten saklıyorduk. Bu nedenle, hapse gireceğimizi de biliyorduk.”[1]

Sıdıka’nın aklına gelen başına da gelir. Birlikteliklerinin en güzel adımları atılırken, 1951 yılında TKP tutuklamaları başlar. Gözaltılara yeni isimler eklendikçe Ruhi ve Sıdıka sıranın kendilerine geleceğini bilmektedir ve beklemeye başlamışlardır. Beklenen olur. “Ruhi Su’nun korosu kapatılır. 11 Kasım 1952’de Sıdıka Umut, okulu bitirmesine iki dersi kala, evinden alınarak Ankara birinci şube’ye, oradan da Sansaryan Han’a götürülür. Aynı gün, Ruhi Su’nun Kaledibi’ndeki evine de gider polisler. Ruhi, kapıyı açmaz. Biraz zaman geçtikten sonra önce Sıdıka Umut’lara gider. Sıdıka’nın götürüldüğünü öğrenir. Sonra çalıştığı Opera binasına gider, eşyalarını toplamaya… Mahir Canova’nın onu görür görmez telefona sarıldığını görür. Eşyalarını toplamış, Opera binasından çıkmıştır. Fakat daha karşıdaki geniş caddeye geçmeden motosikletli polisler Ruhi’yi durdurur. Su, kendisini Mahir Canova’nın ihbar edebileceğini düşünür.” [2]

Sansaryan Han’da yazılan sevda türküsü “Mahsus Mahal”

Ankara’dan İstanbul’a getirilir ikisi de. Fakat birbirlerinden haberleri yoktur. Sansaryan Han’ın en alt katındaki hücrelerden birinde, beş ayı aşkın süre kalan Ruhi ve Sıdıka ağır işkenceler görür. Dönemin meşhur işkencesi olan tabutluklara koyulurlar. Sıdıka, Ruhi Su’nun yaşadığı sorgulamaları şöyle anlatır:

“Ruhi Su, söylediği türkülerden dolayı her dönemde sorgulandı, sorguya çekildi. En ağır sorgulamayı 1951 “TKP Tevkifatı” içinde geçirdi; işkence gördü, “Kimlere türkü söyledin, kimler türkü dinlemeye geldi, nerelerde türkü söylüyorsun?” Bu sorgularda, sözleri ve ezgisi kendine ait olan (sonraki yıllarda, çeşitli plaklarında yer alan) türküleri bile kabul etmedi, ilkesel olarak kabul etmemesi gerekiyordu. Örneğin “15’lere Ağıt”, “Baladız Destanı”, Alevi nefesleri, sonraları Nâzım Hikmet ezgileri gibi…” [3]

Sansaryan Han’da sorgulamaların devam ettiği bir gün Ruhi Su için sıra dışı bir durum yaşanacaktır. Aylarca kanaması durmayan Sıdıka Umut askerler tarafından doktora gösterildiğinde, Ozan’ın karanlık hücresine bir güneş doğacak ve işkence seslerinin dışında farklı bir ses duyulacaktır. Hapishane doktoru, Sıdıka Umut’a, neyi olduğunu sorar ve sessizce konuşmasını tembihler. Sıdıka Umut, kısık sesle anlatır derdini. Doktora gösterildiği yerin arka hücresinde ise Ruhi Su vardır. Ve gördüğü onca işkence ve uykusuz geçen gecelere rağmen Sıdıka’yı usulcacık çıkan sesinden tanıyacak, onun Sansaryan Han’da olduğunu, üstelik hasta olduğunu anlayacaktır. O gün Ruhi Su’nun oradaki en zor günüdür. Ozan çaresizdir. Sesini sevdiği kadına duyuramamakta, onun için hiçbir şey yapamamaktadır. Eli kolu bağlı olsa da “Mahsus Mahal” türküsünü işte burada, sevdiği kadın için yazacaktır.

Mahpusta olsa da dostlarının yanında olduğunu, iki eli kanda olsa da aklının Sıdıka’da olduğunu anlatacaktır. Derdin ucunun derinlere saplansa da öfkesinin kında olduğunu, yaşadığı tüm acılara rağmen umudun gelecek günde olduğunu yazacaktır.

Mahsus Mahal derler, kaldım zindanda / Kalırım kalırım, dostlar yandadır / İki elleri kızıl kandadır kanda / Ölürüm ölürüm kardeş, aklım sendedir

Artar eksilmeyiz, zındanlarında / Kolay değil derdin, ucu derinde / Kumhan ırmağında, Karaburun’da / Bulurum bulurum kardeş, öfkem kındadır

Dirliğim düzenim, dermanım canım / Solum sol tarafım, imanım denim / Benim beyaz unum, ak güvercinim / Bilirim bilirim kardeş, gelen gündedir.

Sıdıka, Ruhi’nin hem türkülere hem de kendisine olan bağlılığını şöyle anlatır:

“Ruhi sindirme eylemlerine karşı sesiyle, türküleriyle mücadele etti ve ayakta kalmayı başardı. İstanbul’da Harbiye Cezaevineyken, Sansaryan Han’da çok ağır işkenceler gördü. Cezaevinin zemin katında, çok kötü koşullarda sorgulanırken ve işkence görürken beni düşünerek ve türkü yazarak hayatta kalmayı başardı.” [4] .

İmkansızı gerçek kılan iki yürek

Ruhi Su ve Sıdıka Umut, ancak Harbiye Cezaevi’nde birbirlerini görürler. İşkencenin izleri silinmemiştir fakat yüreklerindeki aşk yaşadıkları acıları perdelemektedir. Görüşmelerini resmi izne bağlamak için nişanlanmaya karar verirler. Harbiye Cezaevi’nde 3.5 yıl kalırlar. Her hafta sadece 10 dakika görüşme hakları vardır. Ama bu onların konuşmasına engel değildir. Bu zor şartlarda bile bir yolunu bulup her gün gizlice mektuplaşırlar.

“Suyun banyodan akıp gitmesini sağlayan oluk üstüne zula yaparlar. Küçük kağıtlara mektuplar yazarlar. Islanmasın diye, o zamanlar yeni olan jelatin kağıtlara sararlar. Zuladan bırakılanı alır, yerine kendi mektuplarını koyarlar. Pencereden de ışıkla, vücutlarının devinimleriyle haberleşirler.” [5]

Sonra türkülerle, uzun havalarla seslenir Ruhi Su, duvarları delen sesiyle Sıdıka Umut’a. Cezaevi onun sesiyle yankılanır. Sadece bu kadar da değil, Sıdıka Umut için boncuktan çantalar, tahtadan kutular yapar. Sıdıka da ona nakışlar işler, kazaklar örer. Ve tutuklanabileceklerini düşünerek evlenmeyen bu iki sevgili tutuklandıktan sonra hem de bir hapishanede Harbiye Cezaevi’nde evlenirler. Dönemin en önemli isimleri Behice Boran ve eşi Nevzat Hatko nikâh şahitleridir. Behice Boran, Sıdıka’ya hem fakültede öğretmenlik hem de cezaevinde koğuş arkadaşlığı yapmış birlikte aynı ranzada altlı üstlü yatmışlardır.

1951 tevkifatı sanıkları için karar günü sonunda gelmiştir. Suçlamalar okunur savunmalar yapılır. Ortada elle tutulur hiçbir “suç” yoktur. Fakat mahkeme önceden kararını vermiştir. Ruhi ve Sıdıka beşer yıla mahkûm olurlar. Ruhi Su Adana Cezaevi’ne, iki tutuklu kadından biri olarak kalan Sıdıka Umut ise, (Diğer tutuklu Sevim Belli’dir) Sultanahmet Cezaevi’ne gönderilir. Ruhi ve Sıdıka’nın birbirine kenetli ellerini mahpushanelerin uzun yolları ayırır.

Ruhi Su ve Sıdıka Su, Haziran 1958’de tahliye olur fakat yaşanılanlar yetmezmiş gibi sırada sürgün cezası vardır. Yollar birleşemeden yine ayrılır. Ruhi Su, sürgün yeri olan Çumra’ya gider. Sıdıka Su, mevcutlu olarak Ankara’ya, ailesinin yanında kalır. Bir zaman sonra Ruhi sürgün cezasını Ankara’ya aldırır. Ankara’da dostu Celal Gündoğdu, Etimesgut’ta onlara bir işçi lojmanı verir. Bir tarla ortasında; elektriği, suyu olmayan, kerpiçten bir evde yaşarlar. Sabah ve akşam olmak üzere her gün iki kilometre yürüyüp jandarmaya imza verirler. Gözleri yolu görmez. Çünkü artık birliktedirler. Aşk dolu, sevgili dolu, türkü dolu, sanat dolu, mücadele dolu yıllara adım atılmıştır. 1959 yılında oğulları Ilgın doğar. Ve artık üç kişilik hayatları başlar.

Sahnelerden koparılan Ruhi Su yaşamını sağlamak için arkadaşlarının nakliye şirketinde işe başlar. Eşya taşıyarak geçimini sürdürür. Yönetmen Atıf Yılmaz’ın daveti ile bağlamasını yeniden eline alır. “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası” filminin müziklerini yapar. Film, İstanbul kapılarını açar ona. Taksim Gazinosu’nda sahneye çıkmak üzere İstanbul’a gider. 1960’ta ailesini yanına alarak buraya yerleşir. Bu tarihten itibaren türkülerini gazinolarda söylemeye başlar. Hayatının bu en zor günlerinde Sıdıka Su ona hep destek verir.

Ruhi Su’nun sesi halkla yeniden buluşuyor

68 kuşağının serpilip gelişmesi Ruhi Su’nun sesinin sokakla ve gençlik hareketiyle buluşmasını da sağlamıştır. Birçok türküsü eylemlerde ve mitinglerde seslendirilir. Özellikle “Olur mu böyle olur mu / Kardeş kardeşi vurur mu / Kahrolası diktatörler / Bu vatan size kalır mı” uyarlama türküsü 1960 darbesi sonrası dönemin simge türkülerinden biri olur. Yine “Kanlı Pazar” için yazdığı “Ellerinde pankartlar / Gidiyor bu çocuklar / Kalkın ayağa, kalkın / Gidiyor bu çocuklar” türküsü de bunlardan biridir.

12 Mart Darbesi’nin cezaevlerinde Ruhi Su türküleri söylenir. Özelikle “Sayılmayız parmak ile, / Tükenmeyiz kırmak ile” sözlerine sahip “Zahit Bizi Tan Eyleme” bunların başında gelir. 1970 yıllar Türkiye işçi sınıfının tarih sahnesine güçlü çıktığı yıllardır. Sendikal haklar kazanılıyor, sayısız grev ve direnişlerle imza atılıyordur. Ruhi Su ise 1977 yılında yayımladığı “El Kapıları – Sabahın Sahibi” plağında emekçilere söyle sesleniyordur.

“Bu kavga halkın kavgası / Halkı uyandır dedi / Yoksul halkı emekçiyi / Kaldır uyandır dedi.”

1979 yılında yayımladığı “Semahlar – Çocuklar, Göçler, Balıklar” albümünde ise “benim Kâbe’m insandır, sevidir, emektir” diyor ve ekliyordu, “Kuran da kurtaran da emekçi, insanlardır”. 12 Eylül darbesi toplumun üzerinden silindir gibi geçip binlerce insanı uzun yıllar yatacağı cezaevlerine tıkarken Ozan’ın daha önceleri yorumladığı halk türküsü “Drama köprüsü” cezaevlerine bir selam gönderiyor, dışarıda kalanlar içeride olanlara bu türkü ile sesleniyordu. “At martini de bre Hasan, dağlar inlesin / Drama mahpusunda Hasan, dostlar dinlesin”.

“Dargın yüreklere yetiştim geldim. İyi ki geldim”

12 Eylül darbesinden sonra Ruhi Su yakalandığı prostat kanserinin tedavisi için yurtdışına gitmek ister. Fakat pasaport başvurusu reddedilir. Dünyanın önemli sanatçıları imzalı mektuplarla, Kültür Bakanlığı’ndan Ruhi Su’nun yurtdışında tedavi edilebilmesi için pasaport verilmesine aracı olmasını ister. Uzun uğraşlar sonucu Ruhi Su’nun “tedavi” amaçlı olarak ve “yalnız bir defaya mahsus olmak üzere” yurtdışına çıkmasına izin verilir. Fakat artık çok geçtir. Ruhi Su 20 Eylül 1985’te hayata veda eder.

Dünyaya gözlerini yetim ve öksüz açan, akrabalarını hiç tanımayıp kimsesizler için kurulan yatılı okullarda okuyan ve ömrü boyunca zorluklarla geçmiş hayatına rağmen asla umutsuzluğa teslim olmayan, mücadele etmekten ve türkülerini söylemekten vazgeçmeyen bu Ozan, yaşamanın özetini “Ezgili Yürek” şiirinde şöyle anlatır:

Hangi taşı kaldırsam / Anamla babam / Hangi dala uzansam / Hısım akrabam / Ne güzel bir dünya bu / İyi ki geldim

Süt dolu bir torbayla / Şöylece çıkageldim / Kime elimi verdimse / Döndürüp yüzümü baktımsa / Kısmet kapıyı çaldı / Kör pınara su geldi

Ben şakıyıp durdukça öyle / Gülün kokusu geldi / Bebesi olmayana / Bunalıp da kalmışa / Acılarla yüklü / Dargın yüreklere / Yetiştim geldim / İyi ki geldim

Bugün ozanın doğum yıl dönümü. Anısı ve mücadelesine saygıyla, “İyi ki geldin”.

Kaynakça
[1] Seval Deniz Karahaliloğlu, Ruhi Su ile Birlikte Kırk Yıl: Sıdıka Su, İz edebiyat dergisi 21 Ekim 2006, İstanbul
[2] https://www.ruhisu.org.tr/ruhi-su/
[3] Karabey Aydoğan, Ruhi Su Türküleri, Everest, İstanbul, 2008

[4] Seval Deniz Karahaliloğlu, Ruhi Su ile Birlikte Kırk Yıl: Sıdıka Su, İz edebiyat dergisi 21 Ekim 2006, İstanbul
[5] https://www.ruhisu.org.tr/ruhi-su/