Emekçilerin bölünmesi sermayeye hizmet eder

Sermaye sahiplerininkine karşıt, emekçilerin de çok güçlü bir sınıf bilincine sahip olmaları gerekmektedir. Emekçi birlikteliği, bilinci ve küresel radikal zincir oluşturmaları emekçilerin ve tüm mazlum halkların kurtuluşu için olmazsa olmaz koşuldur.      

Her alandaki emekçiler baskı ve sömürü altında oldukları için örtülü ya da açık olarak sermayeye karşı mücadele vermektedir. Bu mücadele emekçilerin kurtuluşu için kaçınılmazdır. Dikkat edilirse, mücadelenin tarafları bu yazıda bile farklı verilmiştir. Bir tarafta sermaye var, “sermaye” şeklinde tekil olarak; diğer tarafta ise emekçiler var, “emekçiler” şeklinde çoğul olarak. Tekil ve çoğul durumlar her iki kesimdeki kişi sayısı ile ilgili olmayıp, örgütlenme temelindedir. Sermaye kesimi adeta yekvücut olarak mücadelede yerini almakta, emekçiler ise neredeyse burada bile sayamayacağım kadar çok sayıda örgütle mücadelede taraf oluşturmaktadır. Açıktır ki, bu durum hiç de emekçiler lehine değildir. Ne diyelim ki, sistemin ana başlığı kapitalizm, tanımlanan niteliği ise burjuva demokrasisidir. Kısacası, sermaye başattır, demokrasi olgusu ise tüm topluma şamil olmayıp, sadece burjuvaziye aittir. Hal böyle ise, açıktır ki, mücadelenin ilk aşamasının emekçilerin birlikteliğinin oluşturması kaçınılmazdır. Çok gerilere gitmeden, 1980’lerin başlarından itibaren özelleştirmeler başladığında emekçiler birleşebildi mi? Hayır, birleşemedikleri gibi, herhangi bir iş kolunda özelleştirme yapılırken sadece o iş kolu sendikası direndi, öbürleri maalesef duruma seyirci kalmakla yetindi. Sonuçta özelleştirme silindiri sisteme saygılı olarak sinmiş tüm sendika iş kollarının üzerinden geçti, hemen her alanda özelleştirmeyi gerçekleştirdi ve sendikaları dağıttı.

Marks ve Engels’in emekçilerle ilgili üç önemli önermesi vardır. Birincisi, emekçilerin “radikal zincir” oluşturabilecek kapasitede oldukları ve bu özellikleriyle küresel birlikteliğe yönelebilecekleridir. İkincisi, çok bilinen fakat kapitalizmin inanılmaz başarısıyla uygulanamayan, emekçilerin birlikteliğidir. Özelleştirme saldırısı yaşanırken birleşemeyen emekçilerin tüm alanlarını nasıl kaybettikleri ortadadır. Ondan dolayıdır ki, emekçiler hiçbir ölçüte göre bölünmeden her olay karşısında birlikteliğini korumalıdır. Üçüncüsü ise, emekçilerin sömürüldüklerinin ve kendi alın teri üzerinden haksız kazanç elde edenlerin kendilerini işsiz bıraktığını ve perişan ettiğini düşünüp, idrak etmeleri gerektiğidir. Sermaye sahiplerininkine karşıt, emekçilerin de çok güçlü bir sınıf bilincine sahip olmaları gerekmektedir. Emekçi birlikteliği, bilinci ve küresel radikal zincir oluşturmaları emekçilerin ve tüm mazlum halkların kurtuluşu için olmazsa olmaz koşuldur.

İçinden geçtiğimiz pandemi döneminde işsiz kalan emekçilere devlet vergi indirimi ya da affı getirdi mi? Getirmediği gibi, yardım için IBAN verdi. Emekçilerin pandemi dolayısıyla ve bahanesiyle uğradığı iş kaybı emekçi dünyası için “ekonomik afet” olarak kabul edilip, her türlü vergi indirimi ya da kolaylığı sağlanması yoluna gidildi mi? Gidilmedi. Çünkü devletin arkasında sermaye vardı, kaynakları o kendi alanına çekiyordu. Devlete bedava hastane yapan sermaye sahibinin bu kutsal davranışının öncesini ve sonrasını sorguladığımızda acaba bu kişinin böylesi göz yaşartacak fedakârlığı yapabilecek düzeyde, yani devlete hastane yapabilecek varsıllığı acaba nasıl sağlamıştır?  İkincisi, bu şahıs, bir iş insanı olarak her attığı adımda bir çıkar gözetme hasletine sahipse, burada nasıl bir çıkar öngörmektedir? Varsıl bir sermaye sahibinin devlete, zımni olarak siyasi ekibe vaat ettiği bedava hastane inşasının arka perde görüntüsü şudur. Emekçilerin alın terlerini yansıtan varsıllık, bu kez de sermaye olarak kullanılarak yardım görüntüsü altında,  yeni alın terleri üzerinden daha büyük varsıllık yaratacak kaynağa (devletten alınacak desteğe) yönlendirilmiş olmaktadır. Öyle ya, varsıllık ya zevk için tüketilir ya da sermaye olarak yeni kazanç için kullanılır.

Emekçi dostlarımız, bir pandemi dönemi geçiriyoruz, siz de bunu en ağır şekilde yaşıyorsunuz. Bu dönemde görece en rahat durumda olan kimlerdir, en sıkıntılı, o günün akşamını dahi nasıl getirebileceğini düşünemeyen insanlar kimlerdir? Acaba, bu durum, nasıl ve neden böyle oluyor; bu durum kader midir? Hayır, bu durum sermayedarın güçle oluşturduğu devlet aygıtının hâkimiyetinde ve emekçilerin sırtına oturtulan bir yapının işleyişi sonucudur. Bu yapının her türlü koruyucu ve kollayıcı güçleri olduğu gibi, bu yetmiyormuş gibi insan beynini teslim alan akademi ordusu da sistemin ve sermayenin yanında çalışmaktadır. Bunlar da yetmiyor, bir de manevi bekçi devrededir. O manevi bekçi ki, insanların kutsal duygularını sömürürken, hem devletten beslenir hem de hükümete çok yönlü siyasi destek verir. Ne hikmetse, temel haklardan hiç söz etmeyen bu sözde manevi bekçi, yedikleri boğazından geçemiyor olmalı ki, durduk yerde kul hakkından söz etmektedir.

İnsan hakkından, sömürüden hiç dem vurmayan bu bekçinin kul hakkı ile nasıl bir ilgisi olabilir ki? Denebilir ki, insan hakkı ile kul hakkı aynı şeydir, aradaki fark salt söylem farkıdır. Hayır, mesele o kadar basit değildir. İnsan hakkı sermaye emek arası hak aşırması meselesinin odağında olduğu halde, kul hakkı insanlar arasındaki bazı haksız görülen ilişkinin bir taraf için ortaya koyduğu zararları kapsar. Kul hakkı kavramına kamu araçlarında ihtiyaç içindeki bir vatandaşa yer vermeden, sokakta düzgün yürümeye, ya da komşuyu rahatsız etmeme gibi, ekonomi literatüründe çoğu zaman “sosyal sermaye” olarak ifade edilen, doğrudan üretim ortamını ilgilendirmeyen ilişkiler bağlamında ele alınır.

Sömürüyü aklına dahi getirmeden kul hakkından söz eden sistemin manevi bekçisi aslında sömürü üzerine oturtulmuş varsıllığı savunmakta ve onu meşrulaştırmak için sadaka vb gibi bazı dinsel görevleri savunmaktadır. Sömürü sadaka vs ile savuşturulamaz, emekçiye emeğinin hakkının verilmesi ile ancak ödenmiş olur.

Muhtelif Marksist düşünürler devamlı sömürü altında olan emekçilerin neden durumu idrak edip,  karşı çıkamadıkları konusunda bazı teori ve görüşler geliştirmişlerdir. Görüşlerin en başatı devlet baskısını öne çıkarandır. Bizzat Lenin’in ifade ettiği üzere, devletin meşruiyeti sermaye açısından değerlendirilir ve emeği baskılama derecesine bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, Marksizm, Lenin ya da Marks ne bilim dünyasında ne de yaşanan günlük sıkıntılarda gündeme gelebilmektedir. Bundan dolayıdır ki, sistemin manevi bekçisi de, tüm ahiret işlerini bir tarafa bırakmış olarak bu dehaları şiddetle reddetmekte, ancak fikirsel redde güçleri ve akıları yetmediği için, saptırılmış olarak ve yanlış ifade ettikleri “din düşmanlığı” ile toplumdan uzak tutarak, kendileri topluma kene gibi yapışmaktadır. Hadi sistemin manevi bekçileri olarak görülenler kendi cehalet çukurunda debelenmektedir de, koca akademi dünyasına ne demeli? Eğer Marks’ın temel eseri Kapital komünist sistemi değil de, günümüzün kapitalist düzeninin işleyişini aktarıyorsa, niçin ilgili fakülte müfredat programlarında bu muhteşem esere yer verilmeyip, borsa ya da faiz gibi kapitalizmin kumarhane işleyişi anlatılmaktadır ki? Hangisinin ne tür sapkın fikirlerle toplumu hasta ettiği tarihte görüldüğü gibi, edeceği de ileride görülecektir.

Yazık ki, cahil bir nesil cehaletinin de farkında olmadan sapkınlığına devam eder. Siyaset de işine geldiği sürece cehaleti destekler! Pandemi süreci, ekonomik çöküş için siyasete bahane oluşturduğu gibi, hastalıktan korunma bahanesiyle cahil nesil yetiştirmede de siyasetim imdadına yetişti. Ne var ki, tarih bunların hesabını zamanı gelince sermayenin ve onun siyasi ajanı siyasi örgütlerin önüne koyacaktır. Yeter ki emekçiler güçle birleşsin ve hak mücadelelerinde ısrarlı olsun!

Not: Bu yazı, konunun önemine binaen, 6 Haziran 2020 yılında Evrensel’de yayınlanmış yazdan yararlanılarak üretilmiştir.