Emekçi bilinci sorunu

Bu durumun görünen engeli siyasettir, fakat her konuda olduğu gibi burada da siyaset sermayenin ve emperyalizmin aracıdır. O nedenle, siyaseti suçlamanın yanında, onula yetinmeyip, arka plandaki sermayenin ve emperyalizmin gücünü ve etkisini görmek gerekir.

Son yazıyı, emekçilerin dağınıklığının sermayenin ve siyasetin işine geldiğini belirttikten sonra şu ifadeyle bitirmiştim: “Siyaset işine geldiği sürece cehaleti destekler! Pandemi süreci, ekonomik çöküş için siyasete bahane oluşturduğu gibi, hastalıktan korunma bahanesiyle cahil nesil yetiştirmede de siyasetim imdadına yetişti. Ne var ki, tarih bunların hesabını zamanı gelince sermayenin ve onun siyasi ajanı siyasi örgütlerin önüne koyacaktır. Yeter ki emekçiler güçle birleşsin ve hak mücadelelerinde ısrarlı olsun!”

Bu ifade hızla okunup geçildiğinde oldukça anlamlı geliyor olabilir, ancak detaylı inceleme bizi biraz farklı yerlere taşır. Yazıdaki ifadeyi parçalara ayırarak bu farklılığı sergilemeye çalışacağım. Önce siyasetin cehaleti desteklediği kavramı üzerinde durmamız gerekir. Bu cümledeki sözcükleri ilk yansımaları ile algıladığımız zaman bir sonuca gidemeyiz. Zira eğer kalkınmış ekonomilerde eğitim ileri düzeyde ise, kalkınmaya çalışan her ekonominin eğitime önem vermesi gerekmez mi? Eğitimin ilerletilmesiyle kalkınma yolunda ilerleyen ülkelerde gerek ulusal gerek uluslararası düzeyde siyaset de daha güçlü olur ise, siyasetin eğitimi desteklememesi için makul bir sebep görülebilir mi? Tam da bu noktada eğitim ve cehalet sözcüklerinin açılması gerekmektedir. Şu ünlü özdeyişi hatırlayalım: “Bu kadar cehalet ancak eğitimle olur.” Evet, eğitim demek mutlaka ilerlemek ve yükselmek demek değildir. Burada kastedilen eğitimin içeriği, veriliş biçimi, eğitim malzemelerinin hazırlanış ve öğrenciye sunuluş biçimi vs çok yönlü süreçlerdir. Sorunun esasını böylece açtıktan sonra içeriğinin doldurulması ile zamanınızı almak istemiyorum. Mesele anlaşılmıştır. Sözelde felsefeye, sayısalda matematiğe ağırlık vermeyen bir eğitim sistemi bireyi eğitmez, robotlaştırır. Bundan dolayı, imam hatip mantığı, skolastik sistemi ile sisteme ve siyasete sadık robot yetiştirme sürecidir.

Konuya bir de fayda/maliyet açısından baktığımızda durum daha da karmaşıklaşıyor. Şöyle ki, eğitim ister kamusal ister özel sektörde üretilsin üretilen katma değerden pay alan maliyetli bir süreçtir. Bu durumda maliyetin karşılığında toplumsal yararın oluşacağı düşünülebilir. Evet, bu da doğru, ama toplumsal yarar sosyal yararla değil, sermayenin kârı olarak ölçülür Kısacası, eğitime ayrılan kaynağın sermayenin tahribine yönelik kullanılmasına sermaye ve onun siyasi ajanı olan devlet izin vermez. Bundan dolayıdır ki, eğitim kamusal olduğunda devlet tarafından, özel olduğunda da bizzat sermaye ve piyasa tarafından denetlenir. Bu durumda eğitimi bilinç oluşturma aracı olarak görmek biraz hayaldir.

Meselenin burada sonlanmadığı açıktır. Konunun alt katmanını açabilmek için şöyle bir örnek üzerinden yürüyelim. Bir ülkede genel cehalet düzeyi yüksekse, siyasete başat olan kişilerin mantık yapıları ve bu yapıyı yansıtan hitabet düzeyleri ham, vülgarize ve geri ise, o ülkede genel halk böyle bir yapılanma etrafında toplanmışsa, birincisi bu yapıyı kırmaya yönelik eğitim sistemi kurulabilir mi, ikincisi de ileri ve analitik eğitim düzeyi kurulsa da talebe yetiştirmede başarılı olunabilir mi? Ünlü Finlandiya eğitim sistemi hep dillendirilmektedir. O sistem gerçekten başarılıdır da, o zaman biz ya da çoğu gelişmekte olan ekonomiler neden o sistemi ülkelerinde uygulamaya koymamaktadır ki? Acaba buna engel cehalet midir, siyaset midir, yoksa daha başka bir engel mi söz konusudur? Bu durumun görünen engeli siyasettir, fakat her konuda olduğu gibi burada da siyaset sermayenin ve emperyalizmin aracıdır. O nedenle, siyaseti suçlamanın yanında, onula yetinmeyip, arka plandaki sermayenin ve emperyalizmin gücünü ve etkisini görmek gerekir.

Tartışmanın bu katmanında sermayenin de emperyalizmin de karar mekanizmasını kendisine tutmada ısrarlı olduğunu unutmamak gerekir. İşleyen bir ekonomide karar mekanizmasının merkezileşme derecesine bağlı olarak eğitim sathileşir ve teknikleşir, bunun yolu da eğitimin metalaşmasıdır. Eğitilmiş bireyin yaşamını sürdürebilmesi için eğitim yoluyla kazanılmış emek gücünü satabilmesi gerektiğine göre, bireyin talep edeceği eğitim düzeyi ve niteliği de sermayenin kararı doğrultusunda gerçekleşir.

Piyasa silahına başat olan sermaye o denli güçlüdür ki, geçtiğimiz temmuz ayında yitirdiğimiz ünlü sol iktisatçı John Weeks’in dahi tüm çabaları sonucunda yükselen işsizliğin karşısında Keynesyen politikalara yönelmek durumunda kaldığına tanık olduk. John Weeks geçen yıllarda Kadir Has Üniversitesi’nde bir konferansa gelmiş idi. Orada kendisine sorulan, kapitalizmin gidişatı karşısında sol politikalara geçiş için nasıl bir yol izlenmesi gerektiği mealindeki bir soruya karşılık olarak da, maalesef, sosyal demokrasiyi işaret etmiş idi. Gerek İngiltere’de hükümet nezdinde yaptığı çabalar ve gerek Marksizm üzerine yaptığı tüm çalışmaları neticesinde böyle bir sonuca varmanın çok anlamlı olmadığı görülmekle beraber, eserlerine bakıldığında sosyal politikaları geçiş aşaması olarak gördüğü kanısına varabiliriz. Nitekim Kadir Has Üniversitesi’nde hiçbir tereddüt taşımadan kesin ifadeyle verdiği yanıtında da böyle bir izlenim görülüyordu.

Kapitalizme karşı biçimsel eğitim yolu ile mücadele fazla ümit verici görülemez. Bir yandan eğitim kadrosunun yarı burjuva niteliği diğer yandan da bizzat eğitimim kaymağını yiyen talebe kesiminin burjuva kesimden geliyor olması, eğitimi bir mücadele alanı olmaktan çıkarmaktadır. Sistem içinde ne siyaset güçlü eğitime yol verir, ne de olduğu şekli ile eğitim siyasetin tabanını aşındırır. Bazı istisnalar ise örnek hareketler olarak ya da sözde demokrasi göstergesi olarak ayakta tutulabilir, fakat bunları sistem üzerinde hemen hiçbir güçlü etkisi söz konusu olamaz.

Sistem üzerinde etkili olacak eğitim emekçi eğitimidir. Emekçi eğitimi, hem kitlenin potansiyel mücadelecisi olması, hem de sömürü olgusunu içinden yaşayarak algılaması, böylece teori ile pratiği birleştirebilme olanağına sahip olması nedeniyle tek alandır. Ne var ki, bir yandan devlet baskısı, diğer yandan yaşam süresince öğrenilen ekonomik örgütlenme ve ücret sistemi emekçiler üzerinde ikili etki yapar. Geçen yazıda sözünü ettiğin emekçilerin parçalı örgütlenmeleri ya da örgütlenmemeleri yanında, pratik açıdan, devlet baskısına ilaveten sistemi mantıksal olarak algılayamama da emekçi bilincinin gelişmesi önünde önemli bir engel oluşturmaktadır. Üstadın ifadesiyle, “Kapitalist üretimin gelişimi içinde, eğitimleri, gelenekleri ve alışkanlıkları dolayısıyla bu üretim tarzının zorunluluklarını apaçık doğa yasalarıymış gibi gören bir işçi sınıfı oluşur.” (Kapital I, s. 707) Hal böyle olunca emekçiler işsizlik ya da ücret ödemelerinde aksamalar ya da benzer şekilde iş güçlükleri dışında emekçi olmayı doğal çalışma alanı olarak görmektedir. Nitekim işsizlik ya da ücret sorunu çözüldüğünde, hele de Türkiye’de görüldüğü üzere milliyetçilik ya da dincilik akımlarının etkisiyle emek kesimi rahatlıkla sistemin savunucusu konumuna dahi gelebilmektedir.

İşin ikinci yanını sömürünün emekçi kesime ve genelde halka anlatılma zorluğu oluşturmaktadır. Emek değer teorisinin gelişme çizgisinde, Locke, Smith ve Ricardo üzerinden geçilerek ancak Marks’ta sömürü olgusuna ulaşılmıştır. Bu bağlamda toplumsal süreçlerle kazanılan öğreti yanında teorik çözümleme güçlüğü nedeniyle de emekçiler kesiminde bilinç oluşturma işlemi güçleşmektedir. Genel halka ve emekçilere üstadın şu ifadesi nasıl anlatılabilir ki: “..şeylerin görünüş biçimleri ile özleri dolaysız olarak çakışsaydı bilim tümüyle gereksizleşirdi.” (Kapital, III, s. 804) Yine bilim girdi işin içine, işte konunun düğümlendiği yer tam da burasıdır. İleride bu konuyu daha derinlemesine işlemek üzere, sağlıklı günlere!