Cumhuriyeti önce bir anlayalım

Altı okun Sovyet Devriminden alınan halkçılık ilkesi ise devletin karşısında tüm vatandaşların eşit olduğu savını ifade eder. Ne var ki, Sovyetlerde bu ilkenin geçerliliği olduğu halde, kapitalist yönetimlerde böyle bir şey olanaklı değildir. Kapitalizmin gelir dağılımı patolojisi buna izin vermez. Gelir dağılımı bozulduğunda varsıl ile yoksul ne karakolda, ne yargıda, ne siyasette, hatta ne vergi yükünde hakça muameleye tabi olabilir.

Geçen hafta yaşadığımız acı olayı, İzmir deprem olayını acıyla anıyorum, ölen vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, acılı ailelerine ve ulusumuza geçmiş olsun, diyorum ve başsağlığı diliyorum. Bu olay bir doğa felaketi, ama salt deprem boyutuyla değil, rant ve aşırı kar hırsızlığının gözleri boyadığı sistem boyutuyla bir doğa felaketi. İkincisi daha büyük felaket, çünkü birincisi önlenemezken, ikincisi önlenebilir felakettir. Cehalet, kapitalizm hırsı ve hırsızlık!

Yine bir ulusal bayramda binbir bahanelerle kutlama engellendi. 1923 tarihinde kurulmuş olan Cumhuriyet’e var olan siyasi erkin niçin bu kadar karşı çıktığı salt laiklik-dindarlık yavan tartışması ile anlaşılamaz, çünkü özde laiklikle samimi dindarlık birbiri ile çatışmalı kavramlar olmayıp, tam tersi birbirini tamamlayan kavramlardır. Cumhuriyet yönetim biçimine karşı çıkış salt bazı yobaz çevreleri siyasetin tabanında tutma amacıyla da açıklanamaz. Zira tam tersi, Cumhuriyetin korunması yobaz tabanı daha da güçlendirebilir. Siyasi erkin Cumhuriyetle kavgası aslında modern devlet ilkeleri ile kavgası anlamını da taşımaktan uzaktır. Çünkü zaten tepeden yapılmış modern devlet oluşumu yaşamını sürdürülemez, modern devlet tabandan bizatihi ekonomik ilerleme ile oluşabilir. Kaldı ki, Türkiye’nin bazı ufak bölgeleri şeklen modern yapıda görülebilirse de, ancak büyük bölümü, hele de bu denli Ortadoğulu göçmenin ülkeye denetimsiz alınmasıyla modern devlet görüntüsünü bir tarafa bırakalım, kısa sürede oluşumunu beklemek bile hayal olmuştur. Mesele nedir, diye bakarsak her kesimin hemen her kurumu şeklen ele aldığı, öz değerlemesi yapmadığını anlarız, diye düşünüyorum. Cumhuriyete de, var olan siyasetin Cumhuriyet’e çatmasına da şeklen, laiklik-dindarlık ilkelerine de şeklen ve tüm kurumların özleri alınmış olarak bakıyoruz. Sondan başlarsak, acaba siyasi erk göründüğü şekli ile zaten çok anlamlı işlemeyen kurumlara niçin çatıyor, yoksa giydirilmiş bir görevi böylesi şekli boyayla gizlenmiş görüntüsüyle mi sürdürmeye çalışıyor ya da bu bir öğretilmiş perdeleyici davranış modeli midir acaba?

Hal böyle ise, devletin kurucu partisinin ünlü altı okuna karşı açılan savaşın aslında farklı bir anlamı olması gerekir, diye düşünüyorum. Bu durumda önce altı okun neleri simgelediğine bir bakalım. Altı okun cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik ve milliyetçilik ifadesi olan dördü 1927 yılında alınmıştır. Devletçiliğe geçiş yapılırken de 1931 yılında devletçilik ve inkılapçılık, yani devrimcilik oklarının ilavesiyle altı ok tamamlanmış oldu. Altı oktan üçü olan cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik okları 1789 Fransız Devriminden alınmıştır. Fransız Devrimi’nin ünlü eşitlik, özgürlük ve adalet kavramlarını sembolize eden cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik monarşi yönetiminden cumhuriyet, yani halk yönetimine geçişte önemlidir. Bu madde bir iktidarın el değiştirmesi anlamına gelen burjuva darbesi ifadesidir. Halkların görece özgürleşmesi, görece eşit muameleye tabi tutulması ve herkese eşit adalet hizmetinin sağlanması 1848 İşçi Devrimlerine kadar önemli özgürleşme aşaması olarak görüldü. Ekonominin temelindeki üretim ilişkilerinin basit ve durağan olduğu dönemlerin özgürlük anlayışı üretim ilişkilerinin değişen niteliği ve emekçi hareketleri ile giderek kabına sığmamaya başlamış, şekilsel özgürlük ya da demokratiklik ile ekonomik anlamda demokrasi arasındaki fark ortaya çıkmıştır. Ekonomik anlamda demokrasi, herkesin ürettiğine bizzat ve dâhil olduğu meclislerle her türlü tasarruf hakkına sahip olmasıdır. Kapitalizmde bu olmadığı gibi, sermaye birikimi ilerledikçe sömürü arttıkça özgürlük ve demokrasi de şekle dönüşmekte ve özünden uzaklaş(tırıl)maktadır.

Her şeye rağmen hükümranlık hakkının tek kişiden halka geçmesi, mülkün sahibinin halk olduğunun işaretidir. Bilindiği üzere mülk sahibinin halk olduğu bütçe hakkı ile teslim edilmiştir. Artık bütçeyi krematistik modelde olduğu üzere kral ya da padişah yapmamakta, kameralistik sisteme geçişle halkın temsilcisi parlamentolar yapmaktadır. Siyasete ve parlamentoya halkın geneli ne kadar hâkimse, cumhuriyetçilik de kapitalizmde ancak o denli demokratiktir. Kısacası, kapitalizm ilerledikçe cumhuriyetçiliğin özü öldürülmektedir. Buna rağmen Batı dünyasında halkın özgürlüğünün sağlanması adına ve yönetsel otorite böylece devrildikten sonra sıra ikinci otorite olan kiliseye gelmiştir. Kilise halk üzerindeki otoritesi ile feodal dönemlerden beri halkı koyu bir baskı altına alıyordu. Halkın özgürleştirilmesi adına bu kanadın da kesilmesi laiklik ilkesinin kabulü ile mümkün olmuştur. Böylece, feodaliteden kalmış olan kilise ile feodal ağa ya da imparator birlikteliği ile halk üzerinde kurulan ikili baskı kanalları kesilmiş oluyordu. Gerçek halk iktidarı sağlanması adına bu işlem doğrudur, fakat kapitalizmin yozlaştırılmış kutsallığa ihtiyacı şiddetlidir. Eski insanlar yıldırım ve şimşek karşısında nasıl teslimiyetçi davranıyor, son İzmir depreminde de görüldüğü üzere ölüm ile yaşam arasındaki gidip gelmelerde nasıl insanlar devlete değil de (bunun anlamı devleti azat etmektir!) kutsala sığınıyorsa, kapitalizm insanları sömürdükçe de insanlar devlete değil, kutsala yönelirler. Üstelik bu yöneliş, kapitalist devletin özünün anlaşılmasından değil de, kutsalın devlete tercih edilmesinden kaynaklanır. Halkın gözünde böylesine parlayan bir odağı sermaye sözcüsü devlet de niçin kullanmasın ki! Bu düşünce ile Türkiye’deki duruma baktığımızda, okul düzeyinde imam hatipleşme, toplumsal siyaset düzeyinde Diyanet İşleri Başkanı ile kol kola olmak salt laikliğe değil samimi dindarlığa da aykırıdır, çünkü bu durum halkın kutsal duygularını sömürmedir. Laiklik ilkesi o denli bizzat halkların bizzat kutsalını korur ki, herhangi bir işte ya da siyasette kutsallığa sığınarak hak edilmedik mevki ve makamlara geçilmesi engellenir, kutsallığın böylesine tahrip edilmesi önlenir. Kısacası laiklik bizzat halkların kutsallığını politikacıların pespaye amaçlarının altında ezilmemesini sağlayan kuraldır. Bu nedenle kutsallığa samimiyetle ve ahlaken bağlı olanların laikliğe böylesi çirkin saldıranları nasıl iktidarda tutar anlayamıyorum. Bu ilkeyi felsefi boyutuyla kavrayan halkımızın bizzat kendi kutsalını ya da görüşünü politikacıların çirkin emellerine alet etmeyeceği inancındayım.

Altı okun Sovyet Devriminden alınan halkçılık ilkesi ise devletin karşısında tüm vatandaşların eşit olduğu savını ifade eder. Ne var ki, Sovyetlerde bu ilkenin geçerliliği olduğu halde, kapitalist yönetimlerde böyle bir şey olanaklı değildir. Kapitalizmin gelir dağılımı patolojisi buna izin vermez. Gelir dağılımı bozulduğunda varsıl ile yoksul ne karakolda, ne yargıda, ne siyasette, hatta ne vergi yükünde hakça muameleye tabi olabilir. Pandemi olayında gördük ki, millete küfredenler devletten dolar bazında yaptıkları anlaşmalara dayalı paraları alırken, olağanüstü koşullarda vatandaşına bakmakla sorumlu devleti halkın karşısında çaresiz bırakabilmektedir. O zaman varsıl ile yoksula devletin yaklaşımı Cumhuriyetçilik ilkesini de çiğnercesine gerçekleşmektedir. Kapitalist sistemlerde halkçılık ilkesi ancak göstermelik ve oy tabanını konsolide etmek ve sistemi meşrulaştırmak için belirli zamanlarda isteksizce devreye alınır. Zira kapitalist devletin şefkatli yüzü sermayeye, arkası halka dönüktür.

Devletçilik özel sermayenin gelir dağılımını ve siyasi dengeyi bozucu etkisine karşı halkın adına devletin ekonomide ve ürerimde devrede olmasını sağlar. İstihdam, ücret politikası, sömürünün hafifletilmesi ve yaratılan artık değerin kamusal alanda kullanılması ancak ve ancak devletçilikle olanaklıdır. Altı okun devlet-vatandaş ilişkisinde diğer oklara alan açabilecek çok temel ok devletçilik okudur. İlginç bir tartışma şöyle sürdürülmektedir, devletçilik okundaki çentik, devletçiliğin de özel girişimcilikle destekleneceğinin işaretidir. Bu savın doğruluğu meçhul olmakla beraber, eğer gerçek ise, bundan daha büyük bir saçmalık düşünülemez. Zira devletçilikte devlet işletmelerini özel işletmeler desteklemez, tam tersi, özel işletmeleri devlet işletmeleri destekler. Kaldı ki, burada daha büyük sorun, ekonomik sistem, yani üretim ilişkisi tartışılmadan hibrid bir yapı uygulanması sistem mantığına aykırıdır, çünkü böyle bir yapılanma orta vadede mutlaka sisteme uyar ve ya değişir ya da yok olur. Devletçilik ilkesi Sovyetlerde fevkalade doğru, hatta sistemi açıklayan anahtardır. Oysa kapitalist sistemde devletçilik geçici işlev görür. Nitekim bu oku son iktidar “babalar gibi satarak” heba etti. Kavram çok çirkindi, ama sistemin gereği bu idi. Daha doğrusu emperyalistlerin ve sermayenin emrini halka rağmen gözünü kırpmadan uygulamak sistem gereğidir. 1923 yılında İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde Atatürk yabancı sermayenin bizim kanunlarımıza riayet koşulu ile gelebileceklerini açıkça söylemiştir. O zaman yabancı sermayenin ulus ötesi yerleşimi gittiği ülke kanunlarına göre oluyordu. Ancak neoliberal çağda, küreselleşmede sermaye o denli devleşmiştir ki, Washington Uzlaşması kuralları ile kendi kurallarını gittikleri ülkelere de dayatmakta, artık ulusal kurallar uluslararası sermayenin arzularına göre şekillenebilmektedir. .

Kapitalist sistemde tüm ilkelerin uygulanabilmesi için temelin sağlam olması için devamlı devrim koşulu kaçınılmazdır. Fransız Devriminden alınan cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik kapitalist sistemde kısmen uygulama alanı bulur ve ciddi bir aksama olmaz, zaten o dönem devletlerine ulus-devlet adı verilmekte idi, böylece, örneğin Alman Birliği ya da İtalyan Birliği vb gibi birlikler oluşturuluyordu. Bu ilkenin ülkemizdeki uygulaması da kendisini Türk addedenin Türk olarak kabul edileceği ilkesi şeklinde yorumlandı. Bu yorumun suhuletle işleyebilmesinin iki koşulu vardır. Birincisi ırksal isimde ısrar edilmeden aynı vatanın vatandaşlığının oluşturulması, ikincisi ise ekonomik kalkınma ve hakça bölüşümün gerçekleştirilmesidir.  Sovyetlerden alınan devrimcilik, halkçılık ve devletçilik de zaten uygulanan sistemin üzerine oturduğu temellerdir. Bunlardan biri aksadığında Sovyet sistemi de çöker idi. Meseleyi böyle koyduktan sonra Türkiye’ye geldiğimizde, iki farklı sistemden üçer adet olmak üzere iki farklı ilke demeti alınmış ve kapitalist sistemde uygulamaya koyulmuş olduğunu gördük. Peki, bugün gelir dağılımı ve işsizlik cehenneminde cumhur kavramı ya da adalet kavramı geçerli olabilir mi? Bugün devletçilik Türkiye’de var mı, bu ilke kapitalizmin bu çağında uygulanabilir mi? Devrimciliği devamlı değişim diye yanlış da olsa ele alırsak, bugün yaşanan halk devrimciliği değil, sermaye değişimi ve artan zulmü şeklinde neo-liberalizm canavarlaşması yaşanıyor, krizlerle sermaye devletle işbirliği içinde daha da canavarlaşıyor.

Görülüyor ki, efradını cami, ağyarını mani bir bütünsellik olan sistemler siyasilerin oyuncağı değildir. Sistem mantığı çok ciddidir. Bir sistemde başka sistemin aleti ya da kurumu çalışamaz. O nedenle de sosyal demokrasi dahi ayakta kalamamaktadır. Sözün özü şu ki, münferit şikâyet ve sızlanmaları bir tarafa bırakıp, sistem mantığına bakmak kaçınılmazdır. O günlerden bu günleri görebilmek olası olabilir miydi acaba? Bu devlet, ilk yıllarda Kurtuluş Destanı etkisi ve 1929 Krizinin Batıyı içine kapatması ile işleri götürebilmiştir. Kaldı ki, Devletçilik uygulamasında da kamu kuruluşlarında emekçilere hiçbir kademede rol verilmemiş olup, bir tür devlet kapitalizmi yaşanmıştır. Kapitalizmde nasıl kapitalistler birbiri ile kendi öz amaçları için çatışabiliyorsa, Türkiye’nin bugünkü durumunda altı ok zaten fiilen uygulanmamakla beraber, nedense var olan siyasi yapı tarafından hedefe koyulmaktadır. O zaman, meselelerin özünü boşaltmadan, bu çatışmanın özünde emperyalistlerin oyununu görmek zorundayız.