Çok bilenler için değil yeni öğrenenler için yüzüncü yaş yazısı

Türkiye’de yeni bir komünist kuşağın örgütlenmesinin ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu biliyoruz. Bu kuşağın öncü işçilerden, emekçi kadınlardan, ilerici gençlerden ve onurlu aydınlardan şekilleneceği ise çok açık olmalı. Yüz yılın muhasebesi elbette yapılır ve hatta yapılmış bile sayılabilir. Önemli olan önümüze bakmak ve geleceği örgütlemektir. Ve aslolan örgütlenmektir.

Türkiye’de komünist hareketin yüz yıllık mücadelesinde önemli bir noktadayız.

10 Eylül 1920’de başlayan yolculuğun yüzüncü yılında hâlâ ve aynı arzu ile mücadeleye devam etmek her babayiğidin harcı olmasa gerek.

Amacımız elbette tek başına komünistlere övgüler düzmek değil.

Ancak bugün “TKP yaşıyor, savaşıyor” denilebiliyorsa bunda emektar komünistlerin payı olduğu kadar genç kuşakların Partili geleneği ve mücadeleyi yüzüncü yıla taşımış oldukları gerçeğini göz ardı etmemek önem taşıyor.

Bununla birlikte, üzerine çok yazdık çizdik ama Türkiye Komünist Partisi’nin ismini kullanmakla ya da bir marka olarak görmekle TKP olunmuyor, olunmayacak da…

Eğer ki, TKP liberal, reformist ve burjuva demokratizmine saplanmış yönelimleri örtmenin bir aracı olarak görülüyor ve sadece bir kimliğe indirgeniyorsa “ezelden ebede biz TKP’yiz” deseniz ne olur?

Eğer ki, TKP ismi Türkiye’de sosyalizm mücadelesini garip bir şekle büründüren “şapkadan tavşan çıkarma” arayışlarının ya da birkaç yılda bir tekrar eden ölü projelerin markası olarak sunuluyorsa bu durumun işçi sınıfının iktidar mücadelesi ile nasıl bir ilgisinin olduğunun açıklanması gerekir.

Eğer ki, ülkemizde komünist mücadele sadece parti ismine daraltılmış bir özle sahip olması gereken gerçek misyonlardan sapıyorsa, devrim ve sosyalizm mücadelesinin nasıl bir inandırıcılığı kalabilir?

Bu yazıdaki amacımız orayla burayla polemik yapmak değil. Ancak yüz yıllık birikimin orada burada heba edilmesine de izin vermeyiz.

Bugün Tükiye’de komünist hareket yeniden ayakları üzerine doğruluyor.

Öyle bir dönemden geçtik ki, ülkemizdeki toplumsal mücadelelerin zirve yaptığı ama doğrudan devrimci bir duruma evrilmeyen bir konjonktürü yaşadık. Gezi direnişi ve sonrası dönem bu açıdan büyük derslerle doludur.

Buradaki iki büyük dersi göz ardı ederek yol alma şansımız bulunmuyor:

Birincisi, Türkiye’de komünist hareketin işçi sınıfının örgütlenmesi ve sosyalist devrimde ısrar etmesi dışında bir çıkış yolu bulunmuyor. Bunu yapmak içinse “şapkadan çıkarılan tavşanlar” ya da sihirli değnek arayışlarıyla kaybedeceğimiz zaman yok. O açıdan artık iş ciddiye binmiştir. Sınıfın örgütlenmesi, siyasi temsiliyetinin üstlenilmesi, Türkiye’de gerçek bir komünist partisinin kurulması yönündeki ısrar ertelenemez bir görevdir. Bunu erteleyip değerli yalnızlık tezine sarılanların ve küçük burjuva elitizmine saplananların Türkiye’de işçi sınıfının öncü partisini inşa etme şansları ne yazık ki bulunmuyor.

İkincisi, “toplumsal dinamiklerin” cezbediciliğinin ve sermaye iktidarına karşı mücadelede “ara aşamalar” arayışının, özellikle Gezi direnişi sonrasında yükselmesi çok da şaşırtıcı değil. Ancak bu durumun son seçimlerde sol sosyalist parti olarak bilinen bazı çevrelerin faşist parti artıklarını ya da şeriatçıları desteklemek gibi noktalara geldiğini unutmamak gerekiyor. Gezi direnişi Erdoğan’a karşı Abdullah Gül’ü desteklemek için yaşanmadı.

Bu iki dersi, Türkiye’de komünistlerin yüzüncü yaşını kutlarken güncel iki başlık olarak hafızalarında tutmalarında sonsuz fayda bulunmaktadır.

Bu kadar laftan sonra kendimize dönmek gerekirse şunları ifade etmek gerekiyor.

Biz Mustafa Suphiler’in kararlılığına, Deniz Yoldaş’ın boyun eğmezliğine, Zehra Kosova’nın emekçi kimliğine, Şoför İdris’in direngenliğine sahibiz. Bizi bu yoldan döndürmek isteyenlerin heveslerinin kursaklarında kalacağını şimdiden söylemek isteriz.

Bizden anti-emperyalist ve yurtsever kimliğimizden feragat etmemizi istemeyiniz. Komünistler yurtseverdir ve enternasyonalisttir. Bu iki kavramın karşı karşıya konulması ise abestir. Türkiye devriminin en kritik halkasının anti-emperyalist mücadeleden geçeceğini anlatmak için AKP iktidarının, Türkiye burjuvazisinin ve hatta emperyalist güçlerin acaba daha ne yapmaları gerekmektedir? Ve evet yurtseverliğe dair söylediğimiz şey tam da Marx’ın Komünist Manifesto’da ifade ettiği gibidir:

“İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şey alınamaz. Proletarya, her şeyden önce siyasal hâkimiyeti fethetmek, ulusal sınıf durumuna yükselmek, kendisi ulusu oluşturmak zorunda olduğundan zaten ulusaldır; ama kesinlikle sözcüğün burjuva anlamında değil.”

Devam edelim, geçmişte “aydınlanma mücadelesi önemli” dediğimizde, “ama kitleleri korkutmamak lazım” diyen ya da siyasal İslâm’ı özgürlükler alanında göstermeye çalışanların bir kısmı bugün nedense dinci gericiliğin içerisindeki faşist özü keşfetmekle meşguller. O yüzden bizden laiklik kavgasından geri adım atmamızı beklemeyin. Komünistler aydınlanmacıdır ve bugünün Türkiyesi’nde laiklik kavgası komünistlerin mücadele bayrağında yer almaktadır. Siyasal İslâm adım adım iktidar olurken sessiz kalanların bugün sızlanması ise anlaşılabilir değildir.

Aşamacılık bir tür hastalıktır. Yeri geldiğinde demokrasi mücadelesi, kimi zaman ittifaklar politikası, genel olarak örgütlü işçilerin bir ülkeyi yönetemeyeceği düşüncesi siyaset yerine ekonomizmi, uvriyerizmi, demokratizmi ve reformizmi koyuyor. Bu yaklaşımları bizden beklemeyin. Bunları eleştirdiğimiz zaman bize “herşeyi de sosyalizme havale ediyorsunuz” demeyin. Esas bizi bu şekilde eleştirenlerin, tüm sorunların kapitalizmin dehlizlerinde öğütülmesine ve yeniden üretilmesine aracılık ettiklerini söylemek durumundayız. Biz komünistler, sosyalist devrimciyiz ve her sorunun kökten çözümünün sosyalizmde olduğuna inanıyoruz.

Her ne kadar unutturulmak ya da yok sayılmak istense de komünistler aynı zamanda cumhuriyetçidir. Cumhuriyet’i yıkan koalisyonun parçaları bugün farklı yanlara dağılmış ve örneğin FETÖ ile liberaller AKP ile karşıt bir pozisyona geçmiş olsalar da geçmişteki sorumlulukları nasıl inkar edilebilir ki? Bugün AKP ile karşıt saflarda görünen liberallerin aslında öz itibariyle Cumhuriyet’e karşı oldukları ve yeri geldiğinde Osmanlı’yı kutsadıklarını unutmak mümkün mü? Bugün Başkanlık rejiminin, tek adam yönetiminin aslında Türkiye sermaye sınıfının en büyük özlemi olduğunu, liberallerin bunu nasıl desteklediklerini ve tarihsel ilerleme olarak yutturmaya çalıştıklarını unutabilir miyiz? Şimdi işlerine gelmeyince seslerini yükseltiyorlar ve aslında üzerinde tepindikleri Cumhuriyet’in yerine emekçiler için cehennem olacak bir rejimi savunmaya devam ediyorlar. Böylesi bir dönemde halkın devlet yönetimine katılımının en somut biçimi olan ve sosyalizme sıçrayış için elzem olan Cumhuriyet’in komünistler tarafından savunulmasından daha büyük bir anlam olabilir mi?

“Siyaset ittifak yapma sanatıdır” diyerek toplumu burjuvazinin kanatları ile ittifaka inandırmaya çalışan sol bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de mevcuttur. Bugün sosyal demokrasi ile liberal demokrasi arasında salınan bu akımlar ile ne yazık ki yan yana gelemiyoruz. Çünkü, işçi sınıfının kurtuluşunun bu yoldan geçeceğine bir türlü kendimizi inandıramıyoruz. Düzen muhalefetine yedeklenmediğimiz için siyaset yapamadığımızın söylenmesinin ise boş laf olduğunu ifade etmek durumundayız. Komünistler işçi sınıfı siyasetini ve bunun bağımsız hattını savunuyorlar. Zor olan bunu kurmak, emekçileri örgütlemek ve ülke siyasetinde söz sahibi hale getirmek.

Biz bugün geçmişte olduğu gibi zor ama gerçek olanı tercih ediyoruz. Bu mücadelenin siyasal boyutuna o yüzden büyük bir önem veriyoruz.

İdeolojisiz siyaset olması mümkün değil. Sosyalist ideolojinin işçi sınıfı siyaseti ile tercüme edilmesi ise komünistlerin bir hüneri olarak ortaya çıkabilmelidir.

Türkiye’de yeni bir komünist kuşağın örgütlenmesinin ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu biliyoruz.

Bu kuşağın öncü işçilerden, emekçi kadınlardan, ilerici gençlerden ve onurlu aydınlardan şekilleneceği ise çok açık olmalı.

Yüz yılın muhasebesi elbette yapılır ve hatta yapılmış bile sayılabilir. Önemli olan önümüze bakmak ve geleceği örgütlemektir. Ve aslolan örgütlenmektir.

İşte bu yüzden, Parti’nin yüzüncü yaşı vesilesiyle yazılan bu yazının bilenler için değil yeni öğrenenler için yazıldığı kabul edilsin. Parti tarihine dair onlarca söz edilebilir ama önemli olan Zehra Kosova’nın sözleriyle cisimleşen ve sadelik, içtenlik, devrimcilik içeren komünist kimliğe ulaşabilmektir.

“…Hayatta ne menfaat düşündüm ne bir şey. Nasıl bir insan bir insana aşık olursa ben de öyle aşık oldum partiye, mücadeleye. Hayatım boyunca bir gün denizin durulacağını, fırtınanın dineceğini, benim gibi milyonlarca insanın sakin ve rahat bir hayata ulaşacağını düşündüm. İnsanların ezilmeyeceği, sömürülmeyeceği bir dünyanın özlemi ile yaşadım…” (Zehra Kosova’nın yaşamını ve mücadelesini anlatan“Ben İşçiyim” belgeselinden alıntı)