Bir Kitap: “Beni Unutma Rusyam”

Candan Badem, Vercihan Ziflioğlu’nun 'Beni Unutma Rusyam' kitabı ile İlber Ortaylı'nın Birinci Dünya Savaşı ve Rus devrimi üzerine bir konuşmasını masaya yatırıyor.

Vercihan Ziflioğlu’nun Beni Unutma Rusyam adlı kitabını yeni okudum. Kitap Rusya’da iç savaş sırasında veya öncesinde Türkiye’ye gelmiş ve burada kalmış bazı Rusların öykülerini anlatıyor. Yazar önsözde şöyle diyor: “Acıları birinci elden deneyimlemiş bir toplumun bireyi olarak insanlık adına en büyük dileğim travmaların son bulması. Dünyada hiçbir insan doğduğu toprakları zorunlu olarak terk etmek ve sürgünde yaşamak mecburiyetinde kalmasın. Biliyorum benimkisi ütopik bir dilek.”

Doğrusu yazarın bu dileğine katılmamak mümkün değil. Ancak bir sonraki paragrafta bizi büyük bir sürpriz bekliyor: “Ben bu kitabı; hayatlarını trajik bir şekilde yitiren ve Rus Ortodoks Kilisesi tarafından aziz ilan edilen son Rus Çarı II. Nikolay’ın ve Romanov ailesinin anısına, Rus dehalarına  ve dünya edebiyatına yön veren eşsiz kalemlere ithaf etmek istiyorum”. İşte böyle, acıları birinci elden deneyimlemiş bir toplumun (Türkiye Ermenilerinin) bir bireyinin kitabını eli kanlı Rus çarı Nikolay’a ithaf etmesindeki ironiye bakar mısınız? İnsan gerçekten dumura uğruyor. Bu nasıl bir cehalettir, nasıl bir gericiliktir, akıl alır gibi değil. Kitabı okudukça yazarın cehaleti iyice su yüzüne çıkıyor. Yazar nedense Türkiye’ye gelmiş bütün Rusları “Beyaz Ruslar” olarak görüyor. Oysa kitabında tanıttığı Karslı Ruslar da var ki onlar 1917 Rus devriminden çok önce 1880’lerde Kars’a yerleşmişler. Rusya’da devrim olunca bir kısmı Rusya’ya dönmüş ve bir kısmı Türkiye’de kalmış. Kalanların hepsi siyaseten Beyaz Rus yani Beyaz Ordu yandaşı ve Bolşevik düşmanı değil. Bir kısmı siyaset dışı nedenlerden ötürü burada kalmışlar. Ayrıca Bolşevik sempatizanı olup da kalanlar da var. Ama yazar herkesi Beyaz Rus yapmakta kararlı. Üstelik Beyaz Rus kavramını açıklayayım derken yine kafalarda soru işareti bırakıyor. Şöyle diyor: “Beyaz Ruslar bir ırk değildir, eğer devrim yaşanmamış olsa “Beyaz Rus” diye bir kavramdan bugün söz ediyor olmayacaktık”. Güzel ama Beyaz Rus (Belarus) diye bir millet de var. Yazar onlarla karıştırmamak gereğinden söz etmiyor, onların varlığından habersiz sanki.

Ziflioğlu, yine önsözde “Çar II. Nikolay Bolşevikler tarafından istifaya zorlandı” diyor! Tipik amatör tarih meraklısı hatası. Oysa yazar ezberindeki klişelerle yetinmek yerine bir iki kitap okusaydı, hatta sadece Vikipedi’ye baksaydı bu hatayı yapmayacaktı. Çarı istifaya zorlayan Bolşevikler değildi, bizzat çarın generalleri (örneğin Orgeneral Brusilov) ve parlamentodaki liberaller çarı istifaya zorladı. 1917 Şubat devriminde Bolşeviklerin payı pek azdı. Bolşevikler Ekim devriminde çarı deviren liberalleri ve Kerenskiy gibi “sosyalistleri” devirdiler. Yazar Beyaz Ordu kavramı konusunda da kafa karışıklığı olduğunu söyledikten sonra kendince açıklamaya çalışırken yine büyük çamlar devirmiş. Şöyle yazmış: “Çarlık Rusya’nın en köklü kurumlarından biriydi Beyaz Ordu. Çar’ın başkumandanlık ettiği bu orduya katılım öyle sanıldığı kadar kolay değildi. Beyaz Ordu’ya mensup olabilmenin önkoşulu soylu bir unvana sahip olmaktı”. Buradaki hataları düzeltmeye nereden başlasam acaba? Çarlık Rusyasının ordusunun adı Beyaz Ordu değildi, sadece Rusya ordusuydu. Devrimden sonra kurulan Beyaz Ordu’nun başkumandanı da çar değildi. Hatta Beyaz Ordu’nun tamamı çarcı veya monarşist de değildi, Beyaz Ordu subaylarının çoğu Kurucu Meclis’i savunuyordu. Ayrıca Beyaz Orduların uzun bir süre bir başkumandanı da olmadı. İkincisi, Rusya ordusuna veya devrimden sonraki Beyaz Ordu’ya katılmanın önkoşulu soylu unvanına sahip olmak değildi. Askerler için zaten böyle bir şey sözkonusu değildi ama subaylar için de sözkonusu değildi. Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya ordusunda subay kıtlığı yaşandı ve hızla subay yetiştirildi, soylu unvanı olmayan birçok subay vardı. Beyaz Ordu’da yer alan Kazakların da çoğunun soylu unvanı yoktu. Yazar kafasında nasıl bir aristokrasi hayali kurmuşsa Beyaz Ordu’yu öyle görmek istemiş ancak bunun gerçeklikle bir ilgisi yok. Yazarın bir de şöyle bir incisi var: “Hangi etnik kökene sahip olursa olsun Çarlık Rusya’da herkes kendini Rus olarak tanımlıyordu”. Ruslar hakkında kitap yazmaya soyunan bir insan bu kadar cahilce sözleri neden eder anlamak güç. Çarlık Rusyasında herkes Rusya tebaasıydı, çarlık imparatorluğu bir halklar hapishanesiydi evet ama herkes kendini Rus olarak tanımlamıyordu. Bizzat çarlığın resmi istatistiklerinde imparatorlukta yaşayan yüzden fazla etnik grubun hepsi en ince ayrımlarına kadar ayrı ayrı tasnif ediliyor ve nüfus sayımlarında sayıları belirtiliyordu. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için Çarlık Yönetiminde Kars, Ardahan, Artvin adlı kitabıma bakılabilir).

Yazarın Kızıl Ordu antipatisi ve Beyaz Ordu sempatisi besbelli. Boris Krasovkiy’den şöyle söz ediyor: “Çar Nikolay’ın Beyaz Ordusu’nda (ne demekse? – CB) Kızıllara karşı amansız bir savaş vermiş olan ve defalarca ölümden dönen, canlı canlı dipçiklenen fakat hayatta kalan Beyzade/Subay” (sf. 92). Beyaz Ordu hayranı yazarımız “canlı canlı” sözcüklerini gerçekten anlamlı bir cümlede kullanmak istiyorsa Beyaz Ordu’nun canlı canlı toprağa gömdüğü Kızıl Ordu askerlerini araştırmalıydı.

Sonuç olarak kitapta bu tür maddi hatalara rağmen yine de okunabilir bir bölüm varsa o da Karslı Ruslara ilişkin dördüncü bölüm. Burada örneğin Kars’ta kalan Rusların komünistleri sevmeyenlerinin bile nasıl komünist ve “Moskof” damgasıyla izlendiğini, saçma sapan suçlamalarla baskılara ve tutuklamalara maruz kaldıklarını okumak mümkün. Yazar burada da bir hata yapmış. Rusçada argoda Ukraynalı anlamına gelen Hahol sözcüğünü “Hahov” diye yazmış. Ya sözcüğü yanlış duymuş / yanlış anlamış, ya da bir dizgi hatası. “Hahol değiliz” ifadesini de “Harkovlu değiliz” anlamına gelir diye açıklıyor ki bu da yanlış, Hahol Ukraynalı demektir, Harkov Ukrayna’da bir şehirdir sadece. (Karslı Ruslar hakkında daha ayrıntılı bir kaynak arayanlara Ludmila Denisenko’nun Böyle Bir Kars adlı kitabını öneririm).

Yüz Yılın Ardından 1. Dünya Savaşına Bakmak

Kadıköy Belediyesinin yayımladığı kitabın başlığı bu. İçinde Birinci Dünya Savaşı yanında Rus devrimi üzerine yazılar da var. Yazılar konferans metinlerinden oluşuyor, hepsi ilginç ve okumaya değer. İlber Ortaylı konuşmasının başlarında şöyle demiş: “Bazıları hemen “Ortaylı Stalin’e cahil diyor, Stalin Almanca biliyordu” diye yazıyor. Stalin Almanca bilmiyordu, öğrenemedi.”

Burada Ortaylı’nın “bazıları” dediği ben oluyorum, dolayısıyla birkaç cümle şart oldu. Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun aldı uzun makalesini 1912 sonu ve 1913 başlarında Viyana’da yazdı. Lenin, Gorki’ye yazdığı bir mektubunda şöyle diyordu: “Burda harika bir Gürcü oturdu ve Prosveşçenie için büyük bir makale yazıyor, bunun için bütün Avusturyalı ve başka materyalleri topladı”. Stalin Almanca bilmeden Avusturya literatürünü nasıl okumuş acaba? Ortaylı Stalin’in Almancası çok iyi değildi veya unutmuştu falan dese belki anlaşılır ancak o kabaca “öğrenemedi” diyor. Nereden biliyorsunuz?

Ortaylı Troçki hakkında da düpedüz olgulara aykırı şeyler söylemiş. Troçki, “stanitsa dediğimiz Ukrayna’daki köylü kasabalarından birinde büyüdü” demiş. Oysa stanitsa Kazak (Rus Kazağı) kasabalarına verilen addır. Bir Kazak bölüğünü (sotnya) çıkarabilecek yerleşim birimine stanitsa denir. Yahudilerin yerleştiği kasabalara mesteçko ya da koloniya deniyordu. Troçki, Moya Jizn (Hayatım) adlı Rusça kitabında doğduğu Yanovka köyünden mesteçko olarak da bahsetmiyor, stanitsa olarak da, bütün kitapta köy (derevnya) sözcüğünü kullanıyor. Bu durumda Ortaylı ya uydurmuş oluyor ya da belleği onu yanıltmış oluyor.

Konuşmasının başında Ernest Mandel ile birlikte Stalin hakkında nasıl gevrek gevrek espriler yapıp güldüklerini övünerek anlatan Ortaylı, Stalin’i biraz daha gömmek için bu kez Troçki’yi Troçki’nin kendisinden daha fazla övüyor. Ortaylı önce, “eski Rusya’da hapishanelerde siyasi mahkumlara gazete, kitap, roman dahil hiçbir şey verilmezdi” diyor. Tarihçimiz uyduruyor, çünkü bizzat Troçki Odesa hapishanesi kütüphanesinde okuduğu muhafazakar-dindar dergilerden, masonluk üzerine makalelerden, İtalyan marksist Labriola’nın Fransızca kitabından ve nihayet Odesa’dan sonra gittiği Moskova hapishanesinde okuduğu Lenin’in Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi adlı kitabından vs söz ediyor. Ortaylı mahkumlara sadece İncil verildiğini ve Troçki’nin de Almanca bir İncil isteyerek Almanca gramerini kavradığını, “öyle ki hapisten kaçtıktan sonra Almanya’da işçilere nutuk dahi attığını” yazıyor. Yine uyduruyor, çünkü Troçki kitabında kızkardeşinin kendisine hapishaneye dört dilde İncil getirdiğini, okulda öğrendiği Almanca ve Fransızcaya dayanarak hapiste İncil’in İngilizce ve İtalyancasını da okuyarak bu dillerdeki bilgisini ilerlettiğini yazıyor. Ancak ardından ekliyor: “Söylemem gerekir ki benim dilsel yeteneklerim vasattır, Avrupa’nın değişik ülkelerinde uzun süre yaşadığım halde bugün dahi hiçbir yabancı dili mükemmel olarak bilmiyorum” (Moya Jizn, Moskova: Vagrius, 2001, sf. 126). Troçki bunları 1929’da Büyükada’da yazıyor.

Ortaylı, yukarıda adı geçen General Brusilov’un bir toprak kölesinin torunu olduğunu yazıyor ve yine uyduruyor. General Brusilov, Brusilovlar soyuna mensup bir asilzadeydi.

Ortaylı’nın son bir incisine daha doğrusu kurnazlığına değinmeden geçemeyeceğim. Ortaylı, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı ordusunda genelkurmay başkanı olan Alman general Schellendorf’un Ermeni Tehcirini planladığını iddia ediyor ve şöyle diyor: “Bütün bu tehcir harekatının sorumluluğu şimdi bizim üstümüze atılıyor. Almanlar bu tarafı belirtmeden tarih yazıyorlar.” Ermeni tehciri ve soykırımında Almanya’nın suç ortaklığı elbette var, ancak şimdiye değin hiçbir tarihçi Talat Paşa’nın bu konuda Schellendorf’tan talimat aldığını gösteremedi. Ortaylı o kadarını elbette biliyor ancak sorumluluğu Almanlara atmaya çalışıyor. Oysa tehcirin örgütçüsü olarak Talat’ın rolü çok belirgindir. Aksini iddia edenlerin ciddi belgeler göstermeleri gerekir.