Bir Başkadır'daki temsiller üzerine

Üzerimizdeki muhafazakâr tahakküme bakılırsa, bu denenmiş metot sorunlara pek çare olmadı ve helallik istemesi gereken tarafın kim olduğunun ağırlığı, gün geçtikçe muhafazakar kesimlerin aleyhine artıyor…

Geçtiğimiz hafta Netflix’te gösterime giren sekiz bölümlük mini-dizi Bir Başkadır, “yapımda ve yayımda emeği bulunanların” beklentisinin çok ötesinde kitlesel tartışma yarattı. Belki, tüm Türkiye bunu konuşuyor değil ama etkisinin, hedef kitlesini bir hayli aştığını sanıyorum. Uzun yıllardır, hele de bir Türk yapımının, fikri tartışmalara bu kadar kapı açtığına tanık olmuyorduk. Olumlu sayılabilir. Ancak izleyicinin “Türkiye’nin röntgenini çektiğini” varsaymasından sebep, yönetmeninin de buna pek itirazı olmadığını düşünürsek olay başka bir boyuta taşınıyor. Sinema eleştirmeni Aslı Ildır’ın attığı “su çatlağını bulur metaforundaki çatlağı izliyoruz şu an sanırım” tweeti pek isabetli görünüyor gözüme. Demek ki biz de akma ihtiyacı, kendimizi bir ifade aracı arıyoruz, dizi üzerinden dizinin ötesinde bir şeyi de tartışıyoruz. Diziden de daha konuşkanız hepimiz. Bunu itiraf etmekten çekinmeyelim.

***

“Bir Başkadır” diye başlıyor, açık bir şekilde “Benim Memleketim” diye tamamlayabiliyoruz. Hâl böyle olunca, nesnelliği tutturabilmek zorlaşabiliyor. Hepimizin bir başka Türkiyesi, bir başka memleketi olabiliyor. Oysaki reel bir Türkiye var. Biz tam olarak bulamasak da o bilimselliği aramak zorundayız. Dizinin yaratıcısı (yönetmen/yapımcı/senarist) Berkun Oya ise, sosyolojik açıdan 2006-2012 Birikim/Radikal 2 ekseninde kalan bilimselliği çökmüş tezleriyle kendi Türkiyesi’ni -belki de o zamanı- anla(t)maya başlıyor. (Zaten Radikal 2 yazarıydı bir ara.) Bunda bir kötü niyet aramadığımı, yazarının samimi yordamının zaten bu olduğunu sandığımı da not etmeliyim. Yine de bu bir problem oluyor.

Gelişme bölümüne geçmeden söyleyeyim; bu yazıda dizinin teknik veya sanatsal yanlarını incelemek niyetinde değilim. Yoksa dizinin oyunculukları olsun, görüntü yönetimi olsun, kurgusu olsun, bunlar neredeyse uluslararası yetkinlikte. Ve eğer temsilleri sadece bireyler olarak görebilme imkânımız olsaydı -ki yok- karakterlerinin çoğunun gerçekçiliği de öyleydi. Senaryosu (ki bir olay örgüsünden bahsetmek güç aslında, birbirini ince bir iple tutan kesitlerin bütünü) neredeyse bir durum romanı gibi kurgulanmış. Ancak öyle veya böyle, benim son kertede asıl ilgilendiğim şey, daha önce de söylediğim gibi dizinin Birikim/Radikal 2 eksenindeki sosyolojik şablonu, kimi kimin karşısına koyduğu, Türkiye’yi nasıl anlamlandırdığı ve gözlemleri üzerinden çıkardığı temsiller.

***

Dizinin birinci bölümü gündelikçilik yaparak ailesine katkıda bulunan Meryem’in, varoşlardan uzun yollar teperek temizliğe gittiği lüks bir plaza dairesinde bayılmasıyla açılıyor. Sonra bir sene öncesine gidiyoruz ve asıl meselemiz başlıyor. Dizi boyunca bizi terk etmeyecek, sınıfsal olmaktan uzak ikilik karşımızda: Muhafazakâr, türbanlı, şiveli, samimi, halktan Meryem’in karşısına; Robert mezunu, başı açık, diksiyonu muazzam, mahkeme duvarı suratlı, elitist psikiyatrımız -dizinin gözünden söylersek “laikçi teyze”- Peri çıkıyor. Şerif Mardin sosyolojisi diyoruz buna. Sınıflar iptal, “sosyal mahalleler” çatışıyor, stereotip de buna uygun olarak reçeteleniyor. Öte yandan Meryem’in bu bayılmaları meğer daha önceden de varmış, bu yüzden de yolları Peri ile çakışmış. Peri, eser sahibinin seküler mahallede gördüğü her şey aslında, bir tümevarımı ifade ediyor. Onda başlangıçta iyi olan bir şey yok, iyi olması ancak dönüşmesiyle mümkün oluyor. Kötü olan her şeyse grotesk boyutta; takıntılı, hislerini bastırıyor, insanları küçümsüyor, spritüalizm meraklısı, psikolojik olarak dengesiz vs. vs. Hatta olumsuz olmasa da olumsuz çağrışım yapan bir durumda olan, “kendi söküğünü dikemediği” için başka bir psikiyatra giden bir psikiyatr.

Biraz açalım; denebilir ki “karakter kurgu kardeşim, böyle kurmuş yazan-çizen, buna karışamazsın.” Ya da benzer şekilde “Yok mu böyle bir insan?” diye sorulabilir. Böyle bir insan tekil olarak var olabilir tabii ama laik kesim soyutlaması bazında yoktur. Dolayısıyla, Peri’nin kendi şahsiyetiyle değil ama “laik modernistin temsili” olarak, Meryem’in imgesiyle mücadelesi, reel hayatın gerçekliğinde tam bir yere oturmuyor. Devlet hastanesinde çalışan ve Meryem’in karşısına çıkmasıyla psikolojik olarak da altüst olan Peri, yüzlerce türbanlı hastaya sahip olmuş olmalıydı. Bu, onun rutini olmalıydı. Dizi, ilerleyen bölümlerde bir adım daha atarak bizi Peri’nin ailesiyle tanıştırıyor. Aile boğaz kıyısında bir yalıda oturuyor. Anne iflah olmaz bir “laikçi teyze” yine, azılı türban düşmanı; baba ise Facebook muhalifi, yarı muhalif yarı mizahî mesajları paylaşan, “apolitik bir politik.” Ve o sırada da televizyonda Halk TV açık.

Şu noktaya tekrar geri gelmek gerekiyor: Sosyal hayattaki pozisyonlarına bakarsak “laikçi” olmak ne Peri’ye ne de ailesine düşüyor. Laiklik savunuculuğunu elite yüklemek Türkiye’yi bilmemek oluyor. Cumhuriyet mitinglerindeki kitleye bakın, laiklik hassasiyeti olan kesimleri görmek için yeterli. Orada, iş adamları, elitler yok. Şampanya-viski dağıtılmıyor. Kusurları var, olumsuzlukları var ama artıları da var diğer kesimle karşılaştırılınca. Ve tıpkı muhafazakâr halk kitleleri gibi onlar da şeytan değiller, ancak şeytanlaştırılmaları için elit yapılmaları gerekiyor. Çünkü yönetmenin kafasındaki ikilikte tepeden inmeci Kemalist modernite, aşağıdan tabanlı muhafazakâr halka karşı. Sol sağ, sağ da sol. Bir nevi İdris Küçükömercilikten besleniyor bu anlayış; ve geçmişte kitleleri AKP’nin arkasına sıralamıştı. Oysaki Peri’nin sosyo-ekonomik durumundan ve karakterinden yola çıkarsak (dünyayı gezmiş, spritüalist, zengin kızı), “laikçi” değil, Türkiye’deki laiklik anlayışına karşı bir sol liberal olması; ailesininse serbest pazar savunucusu kodaman burjuvalar olması gerekiyordu ve onların denize nazır yalılarında Halk TV hiç açık olmaz. Çünkü tele-pazarlama ile satılan Atatürk resimli saat reklamlarını avam bulurlar, pandemide “evinizde kalın” diye deniz kıyısından selfie atarlar. AKP iktidarını ideolojik olarak en başından kucaklamışlardır. Ancak çıkar çatışmaları onların ayrışmasını sağlar. Halk TV’nin tarihsel izleyici kitlesiyse kabaca işçi-memur emeklileri, öğretmenler, işçiler, öğrenciler, köylüler ve esnaflardır. Ama Berkun Oya, onları da “Kemalist Beyaz Türk Elit” mitine uyduruyor temsilde. Temsil görevini Peri üstlendiğine göre, onunla aynı torbanın içindeler. Mahalle tezinin sıkıntısı bu zaten.

Filmin diğer “seküler elitlerinden” Sinan tam bir Issız Adam. Bomboş bir adam. Peri’nin terapiye gittiği diğer doktor Gülbin, (belli ki HDP’ye oy verirdi -ki kodlanışı da “özgürlükçü laiklik” yanlısı, Kürtlüğü pek anlaşılmayan bir Kürt ki- bu benim değil yönetmenin klişesi), Peri’yle aynı modern hayat stilini paylaşmasına rağmen ablasıyla kavgasından anladığımız kadarıyla ezilen bir halkın mensubu olmanın bilgeliğine sahip. (Ece Temelkuran tarzı “sen ne zaman bu kadar kötü oldun” vari bir konuşması dahi var.) Ona bir aydın rolü biçilmiş diyebiliriz. Türbanlı, orta sınıf mensubu “jipli” ablasıysa dizinin bir başka kötücül karakteri olması rağmen, Peri’den antipatik olma rolünün onda birini çalamıyor ekran süresi sebebiyle. (Ana karakterler arasında süresi en az olanı belki de) Tecavüzcü karakter bile iç hesaplaşmasıyla Peri’den daha insan. Halkı uyutan ve “Bir Başkadır”ın tam karşısındaki konumlanan dizilerde oynayan oyuncu Melisa ise modernitenin iki yüzlülüğü… İyi de bunlar var olmayan temsiller değil ki denebilir pekâlâ. Ama ekran süreleri ve empati-antipati dengesine göre, tarihsel hatayı tekrar ediyor. Aristokratik burjuvazinin ve orta burjuvazinin muhafazakârlaşan karakterini görünmez kılarken, suçu aslında var olmayan kitlesel bir Kemalist elite atıyor. Oysaki laiklik muhafazakarlık çatışmasında taraflar aşağı yukarı aynı sınıfların, aynı sosyo-ekonomik düzeyin mensubu. Kuru fasulye pilav yiyenler, yalısında viski içenlere karşı değil.

***

Madalyonun öbür yüzüne, laiklerden ve “laikçilerden” Meryem’e ve ailesine dönebiliriz. Dinin hayatları üzerinde tamamen kontrolü var. Tipik Anadolulu emekçi aile olarak kurgulanmış. İtiraf etmek gerek, yönetmen bu hanede olan biteni çok daha iyi sunabilmiş. Yaşam stilleri olsun, evlerinin içinde olan biten olsun gerçek insanlar oldukları hissini alıyoruz. Öte yandan sürekli saygı bekleyen, fiziksel şiddet kullanmasa da eşini, çocuğunu, kardeşini iki “höyt”te susturan otoriter bir figür olarak Yasin karakteri gerçekliğiyle bizi bir nebze kızdırmalıyken yine de empati zemini sunuyor Peri’nin aksine. Çünkü ondan daha gerçek. Geleneğin defolarıyla doğmuş büyümüş. Eşi başından geçen bir taciz yüzünden kafayı yemek üzere, o da sempatimize sahip. Meryem zaten aurasıyla, fedakarlığıyla, ezilmişliğiyle en başından güvenimizi kazanıyor. (Kazanmaması için bir sebep de yok zaten). Ancak sorunları sorun etmeyen yapısıyla aslında müthiş bir kapatıcı işlevi görüyor Yasin için. Evet böyle bir aile olabilir, dolu. Bu empati çabası değerli de aslında. Çünkü sonuçta muhafazakâr veya değil, emekçinin, halkın durumunu anlamlandırma çabası bir yerde. Ancak bunu liberalce değil, soldan bir bakışla geliştirmek gerekiyor; karşılarına sınıftaşları sayılacak insanları koyup kültürel bir kavgada taraflardan birinden yana taraf tutmak değil.

Asıl üstünde durulması gereken karakterse imam Ali Sadi Hoca herhalde. Aile her şeyi bu hocaya danışıyor. Hoca da tam bir bilge: özlü hikayeleri, ılımlı, babacan bir tavrı, hoşgörüsü var. Özellikle AKP sonrası yıllarda temsil alanı iyice genişleyen “bilge imam” temsillerinden biri. Bir Hollywood filmi rahibi gibi adeta. Eşinin ölümüne döktüğü göz yaşlarıyla sempati ve empatimizi asla ıskalamıyor. Her şeyin iyisini biliyor. Kızı dizinin son bölümünde türbanını çıkarıp ben Konya’ya dönüyorum dediğinde bunu olgunlukla karşılayacak kadar da âkil. Bir imam, iki imam “bu” olabilir ama toplumsal alandaki imam “bu” değildir. Daha fazla açmaya daha fazla lüzum yok herhalde; tarikat yurtları, diyanetin saçmalamaları, başörtüsünü çıkardığı için dışlanan kadınlar karşımızda.

İkinci ruhbanî karakter Hilmi de sürekli Jung alıntısı yapacak kadar otodidakt bir entelektüel olarak resmediliyor. Ona da sempati duyuyoruz.  Türbanını çıkarıp bilge babası sayesinde özgürlüğüne yumuşak bir geçiş yapan Hayrunnisa da sempatimize sahip.

Şöyle söyleyebiliriz: Karakter olarak temsillerinden koparıp parça parça ele alabilecek olsaydık, bu karakterlere sempati duymamızda hiçbir sıkıntı yoktu. Hissiyat olarak hâlâ da yok. Bir Meryem’i, bir Ali Sadi Hoca’yı niye düşman belleyelim ki? Niye onları sevmeyelim ki? Ama kurgunun içine yerleştiğinde ve bir bütünün yapay seçilimli parçası haline geldiklerinde kendilerinden kaynaklı olmayan perspektife etki eden sorunlar ortaya çıkıyor.

Eleştiri metoduna biraz değinmiştim cümle aralarında. Genellikle eserleri dışarıdan eleştirmek ikircilikli durumlar oluşturur. “Yönetmen öyle kurmamış ki!” denir. Bu şu demek oluyor: “Star Wars’ta ışın kılıcı olmasını sorgulayamazsın. Game of Thrones’ta gökten ejderha inmesini sorgulayamazsın. Kendi içinde bir tutarlılık aramalısın.” Ama eserinizin panorama sunma iddiası varsa, seyircinize bundan bahsediyorsanız, reel hayatla bir asgaride buluşmalısınız. Üstelik kurmacanın sınırlarını esneten, “kurmaca olmayan kurmaca” gibi biçim tutturursanız, bu gerekli hale gelir. Bu belgesel çekiyorsunuz anlamına gelmez ama belgesele belli bir oranda yaklaşırsınız. “Her ayrıntıyı dizi nasıl anlatacak?” dediğimiz andaysa, dizinin anlatmaya değer bulduklarını seçerken bir tercih yaptığını ve bunun ideolojik bir yanı olduğunu, bir bütünü oluşturduğunu gözden kaçırmış oluruz.

***

Bitirmeden önce şunu netlikle söyleyebiliriz: Yönetmen sekiz bölüm boyunca muhafazakâr mahalleye açtığı krediyi seküler mahalleye kesinlikle açmıyor. Üstelik karakterlerini kurma şekliyle, onlara verdiği ağırlıkla, bize taraf tutma şansı da vermiyor. Hoş, “mahalleler” gibi somutluğu olmayan kavramsallaştırmalar üzerinden taraf tutmayı zaten tercih etmemek gerek.

Bir başka nokta: Pek çok izleyicinin anladığı kadarıyla “birbirinizi anlayın” gibi bir ana mesaj da çıkaramıyorum. Bir barıştırma çabası var ama bir tarafa diğerinin elini öptürerek, helalliğini aldırarak. En geriye çekilip baktığımda “laikler muhafazakarlıkları anlasın ama muhafazakarların anlaması gerekmez” diyen bir dizi buluyorum karşımda.

Ve şurada kesiyorum: Üzerimizdeki muhafazakâr tahakküme bakılırsa, bu denenmiş metot sorunlara pek çare olmadı ve helallik istemesi gereken tarafın kim olduğunun ağırlığı, gün geçtikçe muhafazakar kesimlerin aleyhine artıyor…