Akademinin zavallılığı

Yerküremizin akademiye anlık kızmamakta haklı olduğunu, çünkü kendisi evrende sakin sakin dönüşünü sürdürürken, parasını ödeyen sermayenin ya da müşterileştirilen talebelerin eseri olan akademinin bu kör yürüyüşü ile toz-dumana katılacak gelecek bir zamanda ne paranın ne de gücün esamesinin okunmayacağını belki biraz üzülerek, ama müstehzi bir eda ile seyredeceğini biliyordu.

İş: Demokratikleştirme, Meta Olmaktan Çıkarma ve Çevresel Sürdürülebilirlik

Kapitalist akademi camiası üç bini aşkın imza ile böylesi başlık altında, günah çıkarma görüntüsüyle(!) tarihe geçecek bir bildiri yayınlamış bulunuyor. Hiçbir teorik yapıya oturtulmamış, tamamıyla pragmatik açıdan kaleme alınmış olan bildiri birkaç dile, bu arada Türkçeye de tercüme edilerek servis edilmektedir. Gerek bildirinin başlığı gerek imzacıların sayısı ilk bakışta insanı etkilemektedir. İmzacıların sayısından da öte, imzacıların temsil ettiği akademik kurumların saygınlıkları da fevkalade parıltılı. Böylesi bir ilk algılama ile metni okumaya başladığımda, başlığından başlayarak, her paragrafta şaşkınlığa düştüm. Bu yazıda şaşkınlığımı, gerekçelerle destekleyerek, siz dostlarımla paylaşmak istedim.

Her metinde olduğu gibi, önce hızlıca üç binin üzerindeki imzacıları gözden geçirdim. Şaşırdım, üzüldüm, sistemi düşündüm, akademiyi göz önüne getirdim, 2008 krizinde sigorta birikimleri yanan insanların niçin üniversitelere gitmediğini geçmişte yererken, bildiriyi okuduktan sonra onları çok haklı buldum. Bildiriyi okurken aylarca mahkeme koridorlarında nasıl ve ne uğurda zaman çürüttüğümüzü üzüntü ile andım; keşke biz de böylesi boş-beleş işlerle uğraşsaydık da…(!), diye düşündüm! Bu düşünce ile ihtiyar dünyamızın her dönüşünde niçin merkezkaç kuvvetiyle tüm akademiyi evrenin boşluğuna savurmamasını anlayamadım. Oysa biraz derin düşününce, kendisi lime lime edilirken dahi bu akademiyi bünyesinde barındırabilen dünyamızın davranışının ne büyük bir lütuf olduğunu, ihtiyar dünyamızın davranışının ne denli derin ve gizemli şekilde öğretici olduğunu idrak ettim. Yerküremizin akademiye anlık kızmamakta haklı olduğunu, çünkü kendisi evrende sakin sakin dönüşünü sürdürürken, parasını ödeyen sermayenin ya da müşterileştirilen talebelerin eseri olan akademinin bu kör yürüyüşü ile toz-dumana katılacak gelecek bir zamanda ne paranın ne de gücün esamesinin okunmayacağını belki biraz üzülerek, ama müstehzi bir eda ile seyredeceğini biliyordu. İşte canlı mı cansız mı olduğunu dahi bilmediğimiz, gözle görülmeyen cismin (cisim demek de doğru mu, bilemiyorum, zira kâinatta yer bile kaplamıyor) yerküreyi, hem de en zengin ülkeleri hallaç pamuğu gibi atarak tüm insanlığa ders vermeye çalışırken, bundan aldığı dersi akademi ancak böyle özetleyebilmiş. Bravo, iflah olmaz akademi dünyası!

Peki, gelelim rapora. İki buçuk sayfadan oluşmuş raporun yazılışında, çeşitli dillere tercümesinde emeği geçenlere teşekkür etmekle beraber, doğrusu tüm bu emeklere yazık olduğunu düşünüyorum. En sonda söyleyeceğimi baştan söylemem gerekirse, rapor hiçbir teorik görüşe oturtulamamış, fevkalade pragmatik yapıda, hatta tutarsız genel ifadelerle göze batan bazı şeyleri sayıp dökmeye çalışmış. Bu niteliğiyle denebilir ki, rapor herhangi vasat bir siyasetçinin söyleyebileceklerinden dahi daha alt düzeyde eklektik bir metin niteliğindedir. Metinde ne bir sistem mantığı var, ne fikirsel tutarlılığı olan bir görüş bütünselliği, ne de sebep-sonuç nedensellik bağlantısı söz konusu. Metin böylesi doldurulmuş çuval formunda olunca benim açıklamam da ister istemez parçalı olacaktır.

Hemen şuradan başlayabiliriz. Metin, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin çalışma özgürlüğü ile ilgili 23. Maddesine atıf yapmaktadır. İncelediğimiz metnin başlığı gibi, atıf yapılan Bildirgenin de çok parlak bir başlığı var. Bildirge, evrensel nitelikli ve insan hakları ile ilgili; daha başlıkta çok güçlü iki atıf! Bir de Bildirgenin tarihine ve imzacıların bakarsak, durum iyice anlaşılır olmaktadır; tarih 10 Aralık 1949, imzacılar Komünizm karşısında yer alan Batılı devletler kulübü.  Bildiride atıf yapılan 23. Madde herkesin çalışmaya, işini özgürce seçmeye, adil ve elverişli çalışma koşullarında işsizliğe karşı korunmaya hakkı olduğunu sayıp dökmektedir. Ne kadar hoş ve insancıl bir düzenleme! Fakat bildirgenin bir de 17. Maddesi vardır ki, bu madde dikkate alındığında 23. Maddenin ve benzeri tüm diğer maddelerin temeli ortadan kalkmaktadır. Zira Bildirgenin 17. Maddesi herkesin tek başına ya da toplu olarak mülkiyet hakkına (mülkiyete konularda ayırım yapmadan) sahip olduğunu ve hiç kimsenin keyfi olarak mal varlığından yoksun edilemeyeceğini hükme bağlamış bulunmaktadır. Çağımızın ünlü sağcı iktisatçı-maliyeci Nozick’in, mülkiyetin elde edilişinin sorunsuz olması koşuluyla(!) verginin dahi özel mülkiyete saldırı olmaya varan yorumu gibi!  Bildirgenin 17. maddesi böylece sistemi tanımlarken aynı zamanda tüm hakların da sınırlarını çizmiş olmaktadır. Görülüyor ki, bu madde tüm sistemin ve işleyiş sürecinin kurallarını, yani bildiriye imza koyan ünlü üniversitelerdeki iktisat hocalarının derslerde anlattıklarının, sınavlarda soru olarak sorduklarının sınırlarını çizmektedir. Hocalarımız, örneğin, ülke nüfusu ve yatırım kapasitesi tahdidinde oluşabilecek işsizliğe “doğal işsizlik” adını verirken, hatta yüksek matematik aletleriyle oluşan oranı saptarken Evrensel İnsan Hakları Bildirgesini ihlal etmiş olmuyor mu? Evrensel Bildirgedeki 17. Madde insan hakkı olarak sayılan seyahat, temiz hava vs gibi diğer tüm maddeleri ve hak alanlarını ortadan kaldıran (ya da koşullara bağlı olarak uygulanabilen!) maddedir.

Bildirinin parmak bastığı diğer önemli mesele emeğin ekonomik sistemdeki yeridir. İlginçtir ki, pandemi ortamında evlerimize ürün taşıyan, hastalarımıza fedakârca bakan-koruyan, posta hizmetini aksatmadan sürdüren emekçiler bildiride kıymete binmiş. Peki, acaba neden bildiride pandemi esnasında göze giren söz konusu elemanlar sayılmış da, kâr hırsını bir türlü frenleyemeyen sermayedar ve yandaşları olan siyasilerin üretime ara vermeyerek sağlıkları pahasına işe koştukları emekçiler unutulmuş! Hayır, ikinci gurup emekçiler de unutulmamış, sadece “COVID-19 salgını ve karantina süresince yaşantımıza devam etmemizi sağlayan” emekçiler daha bir öne çıkarılmış. Diğerleri için düşünülen harika öneri ise, iş yerlerinin demokratikleştirilmesi ve şirket yönetimlerinde işçi temsilcilerinin bulundurulması olarak saptanmış, hatta şirket yönetim kurullarına alınmaları önerilen emekçilere oylama yetkisi dahi verilmiş. Bir kere, bu durumun gerçekleşmesi hayal olduğu gibi, kaldı ki, şeklen gerçekleşse bile, patronların insanın üzerine çöken kurullarına temsilci olarak giren çalışanların maddi ve psikolojik ruh halleri nasıl olur acaba, diye düşünülmesi gerekir. Diğer taraftan, yönetim meclisine girmeye hak kazanan(!) emekçi temsilcileriyle işbirliği yoluyla emekçi gurupların denetlenmesi söz konusu olabilir mi, acaba! Sendikalar yoluyla emekçilerin siyaset ve patron etkisine alınabildiği bir sistemde, patronlar meclisine buyur edilen emek temsilcileriyle nasıl bir arkadan yönetim kurulabilir, diye düşünülmesi gerekmez mi? Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında, sermaye bugünkü kadar devleşmemişken dahi sermaye sahiplerinin ya da varsılların aynı zamanda güçlü olduklarını Adam Smith’in söylemiş olduğunu bu hocalarımız öğrencilerine aktarmıyor mu? Mülkiyet öylesi sihirli bir atmosfer yaratır ki, Freud, Newton hatta Einstein gibi ünlüleri bile mülkiyetlerindeki ünlerinin ötesinde sahiplenme duygusuna büründürebilmektedir, nerede kaldı ki, dünyasal maddi servetlerin yönetiminden vazgeçmek!

Bildiriyi yazanlar da biliyor olmalı ki, günümüzde emekçilerin üretimde sadece üretici güç olarak değil, aynı zamanda bazı şirketlerde kararlarıyla da etkili olmaktadırlar.  Japonya’dan sanayileşmiş ülkelere yayılan ve kısmen Türkiye’de de uygulanan Kalite Çemberleri adı verilen sistemde emekçiler üretimin kalitesinin yükseltilebilmesi için meclisler halinde toplanıp karar verebilmekte ve bu kararlar uygulanmaktadır. Ancak, her şeyin konuşulabildiği Kalite Çemberlerinde bir konunun, ücret konusunun tartışılması yasaktır. Kısacası, temel güç simgesi mülkiyet ilişkisini gündeme taşımadan yan meselelere girmenin toplumu ya da emekçileri kandırmada öte bir işlevi olamaz. Emekçilerin patronlar meclisine girme tiyatrosu ile zaman geçirmeyelim ve Dean Baker’ın How Globalization and the Rules of the Modern Economy Were Structured to Make the Rich Richer kitabından şirketlerin devletin çeşitli kademelerine nasıl sızıp işlerini yürüttüğüne bakalım. Kitap konuyu anlattıktan sonra, ek bölümünde yedi sayfa halinde devletin çeşitli kademelerinde muhtelif görevlerde yer alan dev ABD şirketlerinin üst düzey yöneticileri sayılmaktadır.

Rapor hiç çekinmeden burjuva ders kitaplarının övdüğü piyasa sistemini ve kâr dürtüsünü de ele almayı ihmal etmemiş. İlginçtir ki, sisteme hiç dokunmadan, sistemin işleyiş kuralı olan kâr dürtüsü ve kâr dürtüsünün çalışma alanı olan piyasa da yarım ağız eleştiri odağına alınmış. Bildiriye imza koyan akademisyenler sistem belirlemesi yapmadan, üst-yapılarda oldukça tutarsız şekilde ayarlama yapılabileceği tezini tutarsızca savunmaktadır. Sistem oluştuktan sonra demokratikleşmenin ne kadar olacağı, çevrenin ne kadar korunacağı vb gibi tüm sosyal, siyasal, hukuksal, hatta ailesel, ideolojik düşünce ve davranış kural ve kurumları ona göre şekillenir. Bu metin yazılırken keşke şimdiye dek neden demokratikleşmenin gerçekleştirilemediği, Kyoto vb görüşmelerine karşın neden yerkürenin elimizden kaymasının engellenemediği, neden ortaya çıkan pandemi karşısında en ünlü üniversite klinikleri, en zengin ülkeler çaresiz kalıyor da, yoksul Hindistan’ın Kerela eyaleti ve Küba öne çıkabiliyor diye sakince düşünmüş olsalardı!

Madem sistem içinde kalınmak isteniyor, hiç değilse, eğitim ve sağlık hizmetlerinin kamulaştırılması, bundan da öte temel üretim ve finans kuruluşlarının kamulaştırılması ya da sosyal sigorta sisteminin kamulaştırılması gibi konularda somut öneriler getirilmiş olsa idi. Talebe müşteri yapılmasaydı, eğitim toplumsal yarara ağırlıklı konuları içeriyor olurdu; sağlık hizmetleri özelleştirilmemiş olsaydı, halk sağlığı konusu öne çıkabilirdi ve belki pandemi olmayabilirdi; genel sigorta sistemi özelleştirilmemiş olsaydı, insanlar bugünkü kadar çaresiz ve perişan olmayabilirdi, vs.. Tutarsız ve eklektik bir metin oluşturmak yerine, parçalı da olsa, hiç değilse böylesi temel konulara dokunulmuş olsaydı, üç bin küsur akademisyen toplumlara gerçek bir hizmet sunmuş olabilirdi. Ne var ki, belki de burada eleştiri altına almış olduğum ifadelerdir ki, söz konusu akademisyenlerin hepimizin gıpta ettiği kurumlarda saygın mevki ve makamları hak etmelerine gerekçe oluşturmaktadır!

Mamafih, bu kadar hesaplaşmanın sonunda, bugünkü metnimi bildirinin son paragrafı ile noktalayarak, meslektaşlarımızın umutsuzca dileklerini kendi ifadeleriyle yansıtayım istedim:

Kendimizi daha fazla kandırmayalım. Verecekleri kararların somut sonuçları olmadıkça, sermaye sahiplerinin ve şirketlerin çoğu, ne emekleriyle şirketleri var eden insanların onurunu umursayacaklar ne de yaklaşan çevresel felaketle mücadele edecekler. Bunların gerçekleşmesini umutsuzca beklemektense, dünyadaki yaşamın sürdürülebilirliğini sağlamanın başka bir yolu var: şirketleri demokratikleştirmek, işi meta olmaktan çıkarmak ve insanı ve emeğini sadece bir ‘kaynak’ tan ibaret görmekten vazgeçmek.” Amin!