1 Mayıs'ın ardından

Bir sendikal kuruluş yıldönümünde yapılan konuşmalarda bir delege, “yasal sınırlar çerçevesinde meşru haklarımızı korumaktan geri durmayacağız” demişti. Bu ifade bana sistemi, sistemin işleyişinin algılanması ve yorumlanması yöntemlerinde çok şey öğretti. Sistem zaten, patlamaları önlemek için bazı kanalları açık bırakır. Bu ifade bana bazı emekçi örgütlerinin mücadeleden ne anladıklarını ve hangi havuzun içinde mücadelelerini hapsettiklerini öğretti.

Örtülü geçen 1 Mayıs, sanırım, bizlere birçok şeyi hatırlattı, düşündürdü. Geçmişin hatırlanması sistem içi vefadır; geleceğin düşünülmesi ise insanlığa vefadır. Geçmişte yaşanan 1 Mayıs katliamı, kesinlikle unutulacak bir vahşet değildi, olamaz da! Taksim’e çıkmak isteyen DİSK başkanına ve kısmî yöneticilerine uygulanan “yasağın ihlali” cezası meşruiyet çerçevesinde anlaşılabilir, fakat mücadele çerçevesinde savunulabilir bir davranıştır. Evet, sokağa çıkmak, bizzat kendi çıkarımız gerekçesiyle yasaklanmıştır. Dolayısıyla, bu yasağı delme girişimi suçtur. Ne var ki, böylesi suçlar sistemle mücadele içinde olmayan vatandaşlar için geçerlidir. Sistemle çatışma içinde olanlarca yasağı delmek suç değildir, mücadele ve deneyim kazanma aracıdır. Eğer DİSK yöneticileri, pandemi tehlikesi karşısında sosyal mesafeyi ihlal edici ve toplu hareketi kışkırtıcı eylemde bulunma gibi, yasağın meşru nedenini ihlal etmiş olsa idi o zaman suç işlemiş olurlardı. Şu örnek çok öğretici gelir bana: Bir sendikal kuruluş yıldönümünde yapılan konuşmalarda bir delege, “yasal sınırlar çerçevesinde meşru haklarımızı korumaktan geri durmayacağız” demişti. Bu ifade bana sistemi, sistemin işleyişinin algılanması ve yorumlanması yöntemlerinde çok şey öğretti. Sistem zaten, patlamaları önlemek için bazı kanalları açık bırakır. Bu ifade bana bazı emekçi örgütlerinin mücadeleden ne anladıklarını ve hangi havuzun içinde mücadelelerini hapsettiklerini öğretti. Nitekim pandemi döneminde emekçilerin ve genel halkın yerlerde sürünen durumu karşısında DİSK dışında hangi emekçi örgütünü ön saflarda gördük ki! 1 Mayıs göz altısı da böylesi bir farklılığa mükâfat olarak bahşedilmiş olabilir!

1 Mayıs üzerine kişisel düşüncelerimle daha fazla vaktinizi alma saygısızlığı yapmadan, kafamdaki genel konuya geçmek istiyorum. Kapitalizmin teorik çatısının ilk kitabını yazmış olan Adam Smith’in, kendinden önceki düşünürlerden, Aristo da dâhil, çok şey öğrendiği doğrudur, doğaldır. Sanırım, zihinsel kurgulamanın epistemolojik boyutu salt anı değil, geleceği de kapsamalıdır. Smith geçmişi zamanına çekmiş, fakat emeğin ihtisaslaşması ile üretimin daha bol ve parça başına ucuz yapılabileceğini ifade ederek, o dönemde ancak ucu yakalanabilen ana gövdeyi açıklayacak kadar geleceğe uzanabilmiştir. Yani, Smith teknolojik gelişmeleri ihtisaslaşma öncesi dönemden ihtisaslaşma dönemine taşımıştır. Bu çözümleme de bir tür ileriyi görme-yorumlama olarak algılanabilir, fakat her koşulda yanıt oluşturtabilecek genel yönelim ve çözümleme olarak görülemez. Smith, emek-değer teorisinin anlatılmış olmasına rağmen sömürü ilişkisinin bulunmasını Marks’a bırakmak gibi, emek konusunu da, her dönemde geçerli olabilecek tarihsel yerine oturtma işini Marks’a bırakmış gibi gözüküyor. Sömürüde olduğu gibi, emek-sistem ilişkisi konusunda da çözümü Marks’a terk etmenin sebebi çözümleme yöntemi kısırlığında saklıdır. Emeğin çeşitlenmesinde kafa ve kol emeği ayırımı tarih sahnesinden silinir mi, silinecekse ne zaman ve nasıl gibi soruların irdelenmesi için emeğin tanımı ve tasnifinin yapılması ki, bu konuda Marks’a çok şey borçluyuz ve yapılacak tanımın sosyalizm mücadelesinde yerinin ve konumunun belirlenmesi gerekir.

Biraz pratik alanda yol alarak, zamanımızın oluşumuna ve elverdiği ölçüde geleceğe bakmaya çalışalım. Kapitalizmin hemen hiç dikkate almadığımız, sistemin kasıtlı olarak bizi uzakta tuttuğu, hatta en üst düzey istatistiksel ve teorik yaklaşımlarda dahi gündeme getirmediğimiz bir düşünce mağarası vardır. “Platon mağarası” misali bu mağarada hapsedilmiş bilincimiz, kapitalizmin insanlık üzerine oynadığı her habaset oyununu değerli görüp, kapitalizm hanesine artı değer olarak yazıyoruz. Marks’ın tüm didiklemesine ve ince analizleriyle gözümüze sokarcasına işaret ettiği sistemin insan ve tarih boyutunu ihmal ediyoruz, kasıtlı ettiriliyoruz; salt gördüğümüzü tanımlıyor, ölçüyor, çoğu zaman da abartıp, kantitatif değerlerle allayıp-pullayıp kamuoyuna reklam yapıyoruz. Sistem bilimi ve sistem akademisyenleri böyle olsa gerek!

Bu görüşü sistem geçişi mücadelelerinde salt emek açısından ve bir ülke modelinde açarak, tartışmamızı bugün için sonlandıralım. Üretim teknolojisi değiştikçe istihdam biçimi de değişmektedir. Durumun böyle gelişmesi aslında çok doğru ve doğal olduğu gibi, aynı zamanda çok da refah vadedici dir. Ruh gibi bulutların arasından dünyasal oluşuma bakarsak, muazzam üretim yapılmış ve az sayıda emek kullanılmış, insanların büyük kısmını özgürce tembellik haklarını kullanıyor şekilde görürüz. Bu durum harika bir ilerleme ve refah göstergesidir. Fakat resmin bir yerinde işsiz, evsiz ve yoksullar tabloyu bozmaktadır. İşte sorun budur; doğa tahribatını şimdilik bir yana bırakarak, mesele teknolojik atılım konusu değil, mesele sistemin teknoloji olayını ele alış tarzıdır. Ne ilginçtir ki, emekten konuşurken somut ve müşahhas özelliklerle meseleyi ele alıyoruz, sistemden konuşurken soyut ve genel yönü ile ele alıyoruz. Kısacası, sistem ne istediğini belirtiyor, burası işin soyut bölümü, sistem talebini karşılayan emek ise üretim yaparken somut durumla içiçe geçiyoruz. Bu ayırımı yaparken de Marks’ın neden “güce göre veriş, gereksinime göre alış” kuralını koyduğunu dikkate almıyoruz.

Tartışmanın bu boyutunu ucu açık bırakalım ve konumuz içinde daha pratik bir alana geçelim. Emek mücadelesi mevcut emek bileşiminin bir kesimiyle yapılırken, aynen kapitalizmin pembe döneminde sermaye sahiplerinin yaşadığını düşündüğüm coşkularını aynen bugünlerde de yaşadığını düşünürüm. Şöyle ki, İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde refah devleti politikaları uygulanırken emekçiler bir miktar iyileşmiş durumları ile pembe rüyalarını gelecek hülyalarına dönüştürürken, sermaye sahipleri de rüyadaki emekçiler için hayırlı geleceklere hazırlanıyordu! Edinimlerini hızla makineleşmeye dönüştüren sermayedarlar emekçileri işsiz bıraktı. Önceleri sözde bilim insanlarını prekarya kavramı ile sahte mücadele görüntüsüne iterken, şimdilerde de temel vatandaşlık aylığı ile siyasileri gerçek mücadeleyi ikame edici aldatıcı alanlara sürükleme peşindedir. Oysa emekçi dünyasını bir piramit gibi düşünürsek, üretim alanında teknoloji boyutu büyüdükçe emekçi piramidinde üst katlara, giderek çok az sayıda fevkalade kaliteli emekçi gurubuna ulaşılır. Onlar da sistemin hizmetkârıdır, fakat durumlarını ve konumlarını anlayamamaktalar. Hele de, geride binlerce kol emeğini ya da vasat kafa emeğini piramidin alt katlarında bıraktıkça, üst kattakiler daha bir kendilerini sistemle bütünleşmiş olarak görürler. Gidiş böyle ise, emek nasıl tanımlanır, nasıl tasnif edilir vb gibi konuları ele alınmalı, beyaz yaka mavi yaka vb gibi artık geçmişte kalmaya yüz tutmuş tanım ve tasnifleri bir tarafa bırakarak, emeği sosyal emek olarak nasıl ele alır, örgütleniriz, meselesi üzerinde kafa yormalıyız, diye düşünürüm.