Yargı bir ülkeyi demokratikleştirir mi?

Anayasa Mahkemesi’nin kıl payı aldığı son karar, düşünülebilir ki, barış isteyen ve savunmasını “ifade özgürlüğü” mantığı üzerinden yapan barış imzacısı akademisyenlere umut ışığı olmuştur. Mahkemenin utangaçça (!) aldığı kararın, hem barış akademisyenleri hem de ülkenin demokratikleşmesi açılarından mercek altına alınması kaçınılmaz gözüküyor.

Prof. Dr. İzzettin Önder

Hayır; çünkü yargı sistemi ekonomik sistemin üst-yapı kurumudur. Ekonomik sistemdir demokrasi ya da sair sosyal normları belirleyen. Ne var ki, son AYM kararı Türkiye koşuluna özgü, zayıf da olsa, bir ışık oluşturmuştur. Şöyle ki, Türkiye kalkınmasını yapmaya çalışan bir ekonomi olarak kapitalist sistemdedir. Bunun doğal sonucu olarak, hukuk sistemi ve yargının çalışmasının da kapitalist felsefe doğrultusunda olması beklenir. Böyle olmuş olsa idi, yargı alanında tartışmalar yaşanır, ancak mücadeleye yer olmazdı. Fakat Türkiye’de burjuvazi gelişmediği gibi, AKP eliyle geliştirilen yandaş sermaye de Batı anlamında burjuvazi niteliği taşımayan, kasaba nitelikli güdük burjuvazidir. Sosyologlar ileride buna da bir sıfat bulur, herhalde. Hal böyle olunca, Türkiye’de hukuk sistemi kısmen kâğıt üzerinde, hele de uygulamada güçlü bir biçimde iktidarın araçsal işlevine yönelmiş görüntüdedir. Yargı organlarında atamalar, sosyal faaliyetlerde üst düzey yargı mensuplarının siyasilerle iç içe görüntüleri yargı üzerinde kara bulutların oluşumuna sebep olmaktadır. Bu karmaşada, eğer yargı sistemi ve uygulaması parti kıskacından kurtarılıp, olağan burjuva sistemine dönüştürülebilirse ancak buna kısmî reform denebilir. Böyle bir dönüşüm olanaklı mıdır? Onda da yanıtım, “hayır”dır!. Zira aşağıya doğru kayan bir iktidar her şeye olduğu kadar yargıya da bugünkünden daha fazla abanacaktır.

Anayasa Mahkemesi’nin kıl payı aldığı son karar, düşünülebilir ki, barış isteyen ve savunmasını “ifade özgürlüğü” mantığı üzerinden yapan barış imzacısı akademisyenlere umut ışığı olmuştur. Mahkemenin utangaçça (!) aldığı kararın, hem barış akademisyenleri hem de ülkenin demokratikleşmesi açılarından mercek altına alınması kaçınılmaz gözüküyor.

Birincisi, AYM kararı, Yüksek Seçim Kurulu kararı benzeri şekilde, başkanların bir tür cesareti (!) ile toplumun önüne çıkabilecek duruma gelebildi. Beklenirdi ki, AYM kararını hiç değilse üçte iki, hatta daha büyük bir ekseriyetle almış olsun. Bir yargıç nasıl düşünmez ki, toplam sayısı iki bini geçen akademisyen grubu tümüyle böyle bir suç işleyebilir mi! Bir yargıç nasıl düşünmez ki, bir akademisyen grubu hükümeti kızdıracak bir eylemde bulunmuş ya da bildiri yayınlamışsa, koruma kalkanı olarak hukuka sığınarak, herhalde halkına ve siyasal erke samimi, akla ve mantığa uygun bir çağrıda bulunuyordur. Bu sayıda bir akademisyen grubu nasıl olur da ülkesine ve halkına karşı ihanet içinde olabilir! Her bir akademisyenin savunması ortadadır; meseleye taraf tutarak değil de, aklıselimle yaklaşan her kişi, yargıç olmasına dahi gerek kalmadan, grubun genel amacının ne denli insancıl ve barış yanlısı olduğunu görür. Bu durumda, bu denli kalabalık bir akademisyen grubunu en yüksek siyasinin ağzından zemmetmek, akademisyenleri değil, fakat akademiyi yaralar, kurumu zedeler. Amaç bu muydu!

Barış imzacıları meselesinde siyasiler, yargı erki ve üniversiteler, adeta işbirliği havası içinde hem ülkenin önemli akademik birikimine, hem de üniversite olarak kuruma çok büyük saygısızlık ve haksızlık yapmakla kalmamış, aynı zamanda da tüm bu kurumlarda büyük tahribata yol açmışlardır. Doğrudur, bu süreçte akademisyenler mağdur oldu, haksızlığa uğradı, işsiz kaldı ve üzüldü. Fakat bilir misiniz ki, akademisyenler kendi durumlarından çok asıl yara alan siyaset anlayışı ve etiğine, yargı etiği ve işleyişine ve akademi kurumunun yıpratılmasına derinden üzüldü. Evet, son yaşananlarda siyaset yıpratıldı, yargı kurumu yıpratıldı, akademi kurumu derinden yıpratıldı. Keşke, söz konusu kurumların liderleri ve yöneticileri daha aklıselimle ve basiretle davranmış olup, ülkenin yoğun birikimi üzerinde böylesi bir hatayı reva görmeseydi.  Kısacası meseleyi salt bir hukuksal teknik hata olarak görmeyip, tüm çevresel iltisaklarıyla ele almak gerekmektedir.

Bu denli büyük tahribat yaşanırken ve yaşatılırken, siyasi kademede hukuksal reform yapılıyor söylemi hiç de şaşırtıcı değildir. Hukuksuzluk o boyutlara çıkmış bulunmaktadır ki, AYM Başkanı da açıkça durumdan şikâyetçi ve tabii ki aklıselim sahibi halkımız da. Bu durumda, anlık çıkış yolu olarak, siyasi erk her olayda olduğu gibi bu olayda da toplumu beklenti içine atmayı gerekli görmüştür. Açılım olayında saf aydıncıkların (!) işbirliğine benzer şekilde, hukuk reformunda da saf bazı hukuk insanlarının (!) halkı gaza getirmesi ayıptır.

Bu karar, bilemiyorum, umalım hukuk sisteminin ve onun uygulayıcısı olan yargı sisteminin, hiç değilse, partinin araçsal organı olmaktan çıkarılmasına ve olağan kapitalist burjuva demokrasisinin üst-yapı kurumuna dönüştürülmesine neden olsun. Sanırım, tüm yaygaralara rağmen, bu da olanaklı değil. Çünkü küresel kapitalizm sıkıştıkça, Türkiye daha üst düzeyli sıkışıklık yaşamakta ve böylesi sosyal çöküşte bileşik kaplar kuralı geçerlidir. Yaşanan durumu anlık kötü ekonomi yönetimi ya da damadın beceriksizliği olarak yorumlamak, kasıttan bağımsız da olsa, sistemi aklamanın ötesinde bir işleve sahip değildir. İstanbul’da son yerel seçimin zafer görüntülü sonucu aslında çok derinden gelen kapitalizmin pis kokular arasındaki çatırdamasının ışık prizmasındaki kırılması sonucunda yarattığı şimşek çakışını algılama farkından başka bir şey olmadığını görmeliyiz. Son durum, bu yönü ile bir ilerleme değil, tam tersine, yaşanan gerilemenin prizmatik ters yansımasıdır. AKP adayının Fatih’te, hele de Eyüp’te uğradığı mağlubiyet ne takiye dinciliğin anlaşılarak siyasetten sökülmesinin ne de başkanlık sisteminden memnuniyetsizliğin ifadesidir. Son durum, geçmişte kapitalizmin sömürdüğü bölgelerden bugün sömürücülere yapılan huruç hareketinin İstanbul’da yarattığı sıkıntıdır. Yani, bir çıbanın deşilmesi ile sağlanan anlık rahatlamaya benzer bir süreçtir yaşanan. Hal böyle olunca, yönetimde şeffaflık ya da kısmen israfın önünün alınması gibi hiç de fena olmayan önlemler dışında, trafiğin rahatlatılması ya da köyleşen kentin sosyal ve ekonomik olarak rahatlatılması bu sistemde ve kısa dönemde söz konusu olamaz. AKP adayı da seçilmiş olsaydı hiçbir şey değişmeyecekti, bir farkla ki, yağmalamaya ve yağmalamanın perdelenmesine devam edilecekti.