The Irishman, Küba, Mafya ve Kennedy "efsanesi"

"Benim, en çok Scorsese gibi büyük bir yönetmenin filmde nispeten ufak yer tutmasına rağmen kamerasını buğulamadan, netlikle, bir Amerikan efsanesinin gerçek yüzünü karşısına alması ilgimi çektiği için yazı da bu eksende oldu."

The Irishman, Küba, Mafya ve Kennedy

Kaan Kavuşan

Az değil buz değil, 3 saatlik bir filmin başına oturup göz kırpmadan izlemek zordur. Oysa senenin en beklenen filmlerinden The Irishman’in eldeki telefona baktırmayan, sıkıntıdan Twitter’a girdirmeyen, WhatsApp’ı sessize aldıran akışı, modern sinemanın suçu biraz da kendisinde araması gerektiği izlenimini verdi bana. The Irishman klasik Scorsese sinemasının artık klişeleşmiş unsurlarını yine barındırsa da sadece biçim üzerine kafa yoran, içerik yoksunu “yeni sinema” denemelerinin de canına ot tıkadı yarattığı heyecan ve karşıladıklarıyla. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan, Frank Sheeran’ın mafya içinde yükselmesi ve yolunun ünlü sendikacı Hoffa ile kesişmesi etrafında dönen bildik bir hikâye bu aslında.

Mafyanın yüksek kademelerindeki adamlar için kullanılan bir sözden adını alan “Wiseguys” janrı (“akil adamlar” mı desek? ) filmin bütününe baskın; ancak yönetmen kişi bir mafya hikayesi anlattığı zaman mutlaka siyasete de dokunmak zorunda. Scorsese de bu konuda, az ve öz olsa da doğru bir bakış açısı yakalayıp sözünü sakınmamış. Daha da önemlisi lâfı özellikle Küba’ya ve Amerikanların “kutsal” başkanı Kennedy’ye de getirmiş. (O da İrlandalı bu arada tabii.)

***

Scorsese ilginç adam, daha önce devrimci yönetmen Kalatazov’un çektiği meşhur Küba/Sovyet yapımı “Soy Cuba”nın eksik parçalarını bulup restore ettirerek birçok festivali gezmesini sağlamıştı. Bu film Hollywood’un tüm normlarının karşısında duran bir avangart sinema örneği olduğu kadar, bir anti-amerikan sosyalist propaganda filmiydi de. Hatta kimilerine göre en estetik propagandaydı.

Scorsese’nin kampanyasında ona, yardımcı olarak bir başka İtalyan-Amerikan, Francis Ford Coppola da eşlik etmişti. Bu adamların en azından pek çok Amerikan’dan daha kafası açık olduğunu varsaymamız garip olmaz sanıyorum.

***

Kennedy’lere geri dönersek, Amerika’da John F. Kennedy popüler kültür tarafından hep kutsanan bir başkan bir oldu. Pek çok sebepten en önde geleni, körün ölünce badem gözlü olmasıydı. Uğradığı suikast sebebiyle hayattan göçmesi, hikâyeleştirmeye pek müsait bulunduğu için hak etmediği erdemler üstüne yapıştırılmıştır Kennedy’nin. En ilerici, en halkçı gösterilen başkan aslında iflah olmaz bir emperyalisttir ki bunlar yan yana gelemez. Bunun yanında başka bir şansı da Amerika’nın o dönemdeki Trump’ı olan Richard Nixon karşısında galip gelerek başkan seçilmesiyle entelektüellerin desteğini almasıdır.

Hollywood için ütopik bir siyaset nesnesine dönüştürülen Kennedy’nin efsanesi ülkemizde de aynı ABD’de lanse edildiği gibi biliniyor genelde. Bunun sebebi de ahkam kesen insanımızın elbette ki tarihi filmlerden öğrenmeye çalışması. Hatta öğrenmeye çalışmaktan ziyade, bu yalan yanlış bilgiye maruz kalması ve bunu gerçek kabul etmesi. Vietnam’daki işgale ve zulümlere diş bilerken bir taraftan Kennedy’nin bölgedeki ABD askeri sayısını nasıl yükselttiğini ve ölümünün ardından onun planını harekete geçiren Lyndon Johnson’ın nasıl tam ölçekli savaşa geçtiğini hiç unutturmamak gerekiyor.

***

Dahası, Kennedy, Soğuk Savaş’ın zirveye çıktığı yılların başkanıydı ve sıkı bir anti-komünist olduğu için burnunun dibindeki Küba’yı da dize getirme konusunda çok uğraştı. Bu kaba bir nefret değil, yedi göbekten zengin ve politikada söz sahibi Kennedy ailesinin sınıfsal öfkesi ve çıkarıydı da aslında. O yüzden Orta Doğu’da komünizmin yayılmasını engelleme amacı güden Eisenhower doktrinini genişleterek Latin ülkelerini de kapsayan bir Kennedy doktrini ortaya koydu “iyi başkan” JFK.

Tarihin gözünde sabittir, Scorsese’nin restore ettirdiği Soy Cuba’da da görülebilecek bir mevzu var Amerika kıtasında: O da devrim öncesinde Küba’nın ABD’nin “kerhanesi” ve “kumarhanesi” oluşu. Scorsese de olaya buradan girmiş. Mafya kumarhanelerin ve genelevlerin tekrar açılmasını, Kennedy ise sermayenin dolaşımını engelleyecek komünist Küba devriminin yenilmesini istiyor. Devlet, devlet başkanı, sermaye ve mafya birleşince de Robert De Niro’nun canlandırdığı Frank Sheeran’a düşüyor iş. Mafyadan aldığı silahları ismi belirsiz bir adama götürmekle görevlendirilen Sheeran, “emaneti” teslim ettiğinde Amerikan askerlerinin onları taşımaya başladığını görüyor. Sheeran yoluna devam ediyor. Televizyonu açtığındaysa ABD’nin Castro’ya karşı darbe olarak giriştiği Domuzlar Körfezi çıkartmasının yapıldığını ama “Castro’nun yine kazandığını” duyuyor. Yıllar sonra ise bu “teslim alanın” Watergate skandalında ifade veren CIA görevlilerinden biri olduğunu görüyor.

Üstelik mafya ile devletin ve Kennedy’lerin kesiştiği tek nokta bu da değil. Mafya üyeleri verilen sözler karşılığında Nixon’a karşı tüm mahallelerde Kennedy’yi destekliyor filmde de. Böylece Scorsese bize Wolf of Wall Street’ten sonra yine bir “sermaye hikayesi” sunuyor aslında. Hepiniz ortaktınız demeyi es geçmiyor.

***

Al Pacino’nun suç alemiyle temas kurmak zorunda kaldığı için tartışmalı bir konuma sahip olan sendika lideri Jimmy Hoffa’yı canlandırışı hakikatten Oscarlık cinsten, alamazsa çok şaşıracağım. Bu zorunda kalmak nasıl oluyormuş derseniz, Hoffa sendikanın başına geçmeden önce de bazı şehirlerde sendikaya mafya hakimmiş ve bu yüzden de sendikayı yönetmek için onlarla iş yapmak zorundaymış. Daha detaylı okuma yapmak gerekir tabii ki ama internet aramalarımda çok fazla derinlikli kaynağa ulaşamadım. Türkçe içerik yok denecek kadar az ve İngilizce içerik de sürekli ansiklopedik. Archive.org’taki e-kitaplara da herkes saldırmış, kuyruk var.

Ancak şu biliniyor ki Hoffa, Kennedy’yi değil Nixon’ı destekliyor ve burada gene Kennedy’lerin politik saldırısına da bu yüzden maruz kalıyor. Kardeş Kennedy’nin özellikle bu göreve gelmesi de bunu doğrular nitelikte. Mafya bağı hikâye zaten bizzat kendilerinin de var…

***

Gene de tekrarlamak gerekir ki filmin büyük kısmı bu siyasi açılımlar olmaktan ziyade, “wiseguy” filmlerine bir saygı duruşu. Benim, en çok Scorsese gibi büyük bir yönetmenin filmde nispeten ufak yer tutmasına rağmen kamerasını buğulamadan, netlikle, bir Amerikan efsanesinin gerçek yüzünü karşısına alması ilgimi çektiği için yazı da bu eksende oldu. Yoksa Scorsese’nin de bir türün ölümü olarak kurguladığı bir filmin konuşulacak başka yönleri de var tabii. Onu da bu seferlik başkalarına bırakıyorum. Çünkü bir sinemasever olarak Scorsese’nin bu janrdaki son filmini yapmış olduğu gerçeğiyle nasıl yüzleşeceğiz henüz tam olarak bilmiyorum.