Kadınlar ve Sosyalizm üzerine

Kollontay’ın Kadın Sorununun Sosyal Temeli çalışmasındaki “talepleri ne kadar radikal görünürse görünsün sınıfsal temeller nedeniyle feministlerin toplumun temelden değişmesi için mücadele edemeyecekleri unutulmamalıdır” savını kullanarak kadınların ancak sosyalizmi savunurlarsa kurtulabileceklerine ya da kadın mücadelesinin de ancak sınıf mücadelesi ile birlikte olursa anlamlı olacağına dikkat çekmektedir.

Kadınlar ve Sosyalizm üzerine
Semiha Özalp Günal

ELEKTRA

Dido Sotiriu ismi bana yabancı değildi, daha önce de kitabını okumuştum ama Elektra isimli bir kitabını hiç duymamıştım. Elektra, Freud’un da yararlandığı, Yunan mitolojisindeki önemli bir karakterin ismidir. Kız çocukların babalarına düşkünlüğü anlatılırken (Oidipus karmaşası gibi) Elektra karmaşasından söz edenler vardır psikolojide. Bu iki ismi yan yana görünce aldım kitabı bir sokak kitapçısından.

Gerçek bir yaşam öyküsünde, bir dostunu, yoldaşını, bir direnişçiyi anlatmış Sotiriu. Öyle bir direnişçi ki kocasını işkenceye boyun eğdiği için boşamak isteyen, minik kızı ile hapse giren, “biz anneler.. biz anneler çocuklarımıza daha iyi yaşam koşulları yaratmak zorundayız …” diyen (s: 13).

İlk sayfalarda bir yerde kızı Agni ile hapishane bahçesinde oyun oynarken onları izleyen bir jandarmaya özgürlük ile ilgili bir şeyler söylediğini okuduğum andan itibaren eski bir marş (türkü mü demeliyim yoksa ) takıldı dilime: ‘Jandarma biz sosyalistiz dostuz yalnız biz sana’…Tüm kitabı kulaklarımda bu marşın dizeleri ile okudum. İlerleyen sayfalarda Hitler’den söz ederken “Açlık, oldukça eski öldürücü bir silahtır ve bu her zaman geçerlidir” (s:47) ifadesi aklıma Grup Yorum’un, bu silahı tersinden kullanan açlık grevindeki üyeleri geldi. Biliyorsunuz Grup Yorum da söylemişti bu marşı.

Sotiriu iyi betimlemiş bir devrimci kadının ruh halini bence. Savaş sırasında Avrupa’daki ilk grevin Yunanistan’da başladığı haberini alan Elektra için “boyu uzuyordu sanki, bayraklarla donatılmış çan kulesi gibi” (s:20); hapisten kaçma kararına varışını anlatırken “kendisinin de siper alması, kararlı olması, mücadeleye katılması gerekiyordu, hiçbir yerde hiçbir zaman çocuklar analarından ayrı düşmesinler diye” gibi örnekler verilebilir.

Elektra’nın devrimci mücadelesini, hapsini, hapisten kaçıp ilmek ilmek direnişi nasıl örgütlediğini anlatan Sotiriu’nun kitabından bize de tanıdık gelecek iki devrimci kadın öyküsüyle bitireyim bu kitap hakkındaki yazdıklarımı. Elektra’nın örgütlediği ve önde kadınların yürüdüğü bir mitingden sahneler:

“….. bu mitingde, silahsız, bayrak açmış efsanevi Statkopulu tek başına yürüyordu. On sekiz yaşındaki bu genç kız, faşistlerin vahşi zırhlı araçlarına karşı duruyordu. Bir nazinin kullandığı tank onun üzerine doğru yürüdü ve onu çiğnedi…..Kula Lili adındaki başka bir kız tankın üzerine tırmanır, ayakkabısını çıkarır ve arkadaşını öldüren adama öfkeyle vurur. O an bir yaylım ateş olur ve onlarca kurşunla Lili de ölerek yere düşer…”

KADINLAR VE SOSYALİZM

Bugün sözünü edeceğim ikinci kitap Sharon Smith’in 2005 yılında yazdığı, Yordam Yayınlarından 2016’da ikinci baskısının yapıldığı Kadınlar ve Sosyalizm kitabı. Yazının bu yerinde ifade etmeliyim sanırım; ben bir edebiyatçı ya da bir eleştirmen değilim. Okuduğum kitaplar üzerine kendi düşüncelerimi paylaşıyorum sadece.

Giriş bölümünde kadın haklarına yönelik çeşitli çarpıtmalardan bahsediyor Smith. Benim hoşuma giden bir çarpıtma örneği, “1986 yılında Newsweek dergisi, otuzlu yaşlarında bekar bir kadının teröristlerce öldürülme olasılığının evlenme olasılığından daha yüksek olduğunu ileri sürecek kadar işi ileriye götürdü. Her ne kadar çalışmanın hatalı olduğu kanıtlanmış olsa da olan olmuştu” (s:14).

Kitap Smith’in son on yılda yazdığı yazılardan oluşmakta. Gözden geçirilmiş elbette ama farklı zamanlarda yazılmış yazılar olduğu için tekrarlara rastlanıyor. Smith yazılarını beş bölümde toplamış. Kadınlara uygulanan baskının kökeni isimli ilk bölümde sınıflı toplumlar ortaya çıkana değin kadın erkek eşitliğinin Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde anlatıldığı gibi olduğunu, sınıflı topluma geçişten sonra da cinsiyetçi işbölümünün gerçekleşmesi ve çekirdek aile ile kadına yönelik baskının sistematikleştiği anlatılmaktadır. Birinci bölüm Engels’den yapılmış şu güzel ‘sosyalizm geldiğinde alıntısıyla’ (kitapta iki kez daha yinelenecektir) bitmektedir: “parayla ya da başka herhangi bir sosyal erk aracılığıyla kadının teslim alınmasının ne demek olduğunu hayatları boyunca bilmeyecek olan erkeklerin; gerçek aşk dışında başka herhangi bir nedenle kendini erkeğe bırakmanın … ne demek olduğunu asla bilmeyecek olan kadınların kuşağı…” (s:63).

Kitabın ikinci bölümü kürtaj hakkına ilişkin. İstenmeyen gebeliği sonlandırma hakkının, kadınların kendi bedenleri ve yeniden üretici varlıkları üzerinde, kontrol sahibi olmalarının merkezinde yer aldığını söyleyen Smith, bu hakkın dinciler ile ortaklaşan kapitalizmin egemenleri tarafından yasalar aracılığıyla kadınların elinden alındığını söylemektedir. Hem sınıflar, hem ırklar hem de cinsiyetler arası farkın sürekli genişletilmeye çalışıldığı, kürtaj hakkının engellenme çabaları, kadın mücadelesi alanının da en önemli başlığı olmuştur.

Üçüncü bölümde feminizmin başına neler geldiğini tartışıyor Smith. Tartışılan feminizm Amerika gündeminde olsa da tüm dünyaya genellenebilir kanımca. Tüm dünyada olduğu gibi Amerika’da da 1970’lerde kürtajın yasallaşmasıyla birlikte feministlerce kazanılan pek çok mevzi 90’larda kaybedilmiştir. Kim bilir, belki de bu durum kadın sorununa sınıfsal bakmamanın sonucudur. Bu bölümde Smith, iki yazarın (ağırlıklı Naomi Wolf’un) kitapları üzerinden, feminizmin kapitalizmle uzlaşarak, kadınlarının kurtuluşunu bireysel ve psikolojik çabalara bağlayarak, feminizmin nasıl geriletildiğini anlatıyor.

Sayfa 109’da “Geleneksel olarak feministler sosyalistleri, kadına uygulanan baskıya karşı mücadeleyi, sınıf savaşımdan önemsiz görmekle suçlamaktadır. Ancak sosyalistler, uzun zaman önce ana akım feministlerin yarıda bıraktığı kadının özgürleşmesi ilkelerine, tam da bütün işçi sınıfının çıkarları için mücadele ettiklerinden sadık kaldı” diyerek safını belli ediyor yazar.

Dördüncü bölümün başlığı kadın ve İslamiyet, açıkçası bu bölümde severek okuduğum tek başlık emperyalizm kadınları özgürleştirmez yazısı (s:116) oldu. Yazarın İslam dinini diğer dinlerle bir tutması, İslam’ın gelişimini (gericiliğine hiç dokunmadan bir takım örgüt isimleri vererek) sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı direniş biçimi olarak görmesi, hatta Türkiye’ye ilişkin gericilerin uydurduğu bir takım verileri kullanması (s:123) islamı ve İslam coğrafyasını yeterince tanımadığı izlenimi vermektedir. Ayrıca yazarın din-kadın ilişkisine ilişkin kendi içinde de bir takım çelişkiler barındırdığı anlaşılmaktadır.

Son bölüm kitaba ismini veren, kadınlar ve sosyalizme ilişkin yazılardan oluşuyor. Başlarda da yazmıştım uzun zaman aralığını kapsayan yazılar birleştirildiği için tekrarlar olduğunu, en çok bu bölümde ben bunu okumuştum hissine kapılıyor insan.

Smith bu bölüme, son günlerde Türkiye’de de çok gündemde olan sosyalizm-feminizm çatışmasına değinerek başlıyor. Smith, feminist yazarların kiminin kapitalizmi destekleyerek, kiminin de sosyalist olduğunu söyleyerek kadın sorununun dünyanın kuruluşundan bu yana olduğunu ve mücadele edilmesi gereken asıl olgunun ataerki olduğunu savunduklarını söylemektedir. Kollontay’ın Kadın Sorununun Sosyal Temeli çalışmasındaki “talepleri ne kadar radikal görünürse görünsün sınıfsal temeller nedeniyle feministlerin toplumun temelden değişmesi için mücadele edemeyecekleri unutulmamalıdır” savını kullanarak kadınların ancak sosyalizmi savunurlarsa kurtulabileceklerine ya da kadın mücadelesinin de ancak sınıf mücadelesi ile birlikte olursa anlamlı olacağına dikkat çekmektedir.

Smith’in anti-Stalinist olması ilginç elbette. Belki de kitaptaki çelişkiler bundan kaynaklanmaktadır…