“İyi insan”ın yazarı Sait Faik

Sait Faik’in öyküleri ya dönemin politik atmosferini de unutmamak gerekir. İlk dönem öyküleri dünya krizinin yaşandığı, halkın yoksullaştığı bir ortamda yazılıyor. O yüzden ilk dönem öykülerinde işlenen konuların daha çok yoksulluk barındırdığını not etmek gerekir. Ardından 2. Dünya Savaşı ve kente göç yine Sait Faik’in eserlerine yansır.

“İyi insan”ın yazarı Sait Faik
Beste Güngör

Sait Faik ismi geçtiğinde akla ilk gelen iki şey çoğunlukla yalnızlık ve insan oluyor. Çok kitaplar yazıldı hakkında, çok anlatıldı, çok sevildi.

Sait Faik’i bu kadar sevdiren ne peki? Bunun cevabını öğrenebilmek için Sait Faik okumak gerekir gerçekten de. İnsanı kendine özgü bakışıyla yorumlayan, her türlü duygusunu anlatabilen, kendi içimizde yaşadığımız utangaçlıkları, mutlulukları yazıya dökebilen, bizden biri olması, bizi anlatması yeterli cevap olacaktır.

Röportajlarında da belirttiği gibi siyaset ile ilgilenmekten hep çekinir. Ama gerçek odur ki, siyasetin tam içindedir. Öykülerinde insanı anlatırken kullandığı kelimeler her ne kadar sıradan insanı yansıtsa da aralarındaki çelişkileri kendine has üslubuyla anlatır, yorumu da okuyucuya bırakır. Betimlemelerinde insanlığın hak ettiği mutlu günlerin özlemi yatar. Örneğin, röportajlarından birinde ona kibar (zengin) kesime neden yapıtlarında yer vermediği sorulduğunda cevabı şudur: “Kibar zümreyi hiç sevmem de ondan. Bana öyle gelir ki, onlar yaşamaktan hiç zevk almazlar. Yaşamaktan zevk alanları severim ben. Yaşamalı bu dünyada…” Öyle ki antikomünist Peyami Safa tarafından “Marksçıların ardına takılmak”la suçlanır! Yaşar Nabi’ye göre Peyami Safa’nın bu saldırısı “Peyami Safa’nın edebi günahlarına” bir yenisini katmıştır.*

Öykülerinden yola çıkıldığında Sait Faik’in yaşamdan aldığı zevki; azla yetinmeyi bilmek ve hayatın güzelliklerini kaçırmamak olarak tarif edebiliriz. Ne yükseklerde gözü olmalı ne çok paralar kazanmalı, ne lükse düşkün olmalı, ne kimseye üstünlük taslamamaktı. Sıradan, herkes gibi olmalı ve üretmeliydi. O yüzden halkı anlatır, halkın içindeki sıradan insanları anlatır. Gözlemler, dinler ve kâğıda aktarır, biraz da yaşadıklarını. Böyle olması da bir tercihtir. Zengin bir aileden gelmiş, yurt dışında da eğitim almış olmasına rağmen yazarak hayatını sürdürmeye karar vermiştir. Çok paralar kazanamaz bu tercihiyle, kendini idare ettirebilecek kadar belki. Eline geçen parayı da tutmaz. Peki her insan böyle bir tercih yapabilir miydi? Sait Faik’in yarattığı karakterler daha çok bu tercihi yapamayan, yapmaya çalışıp başarılı/başarısız olanlardı…

Toplumsal sıkıntılarla ilgili kaygısı hep oldu, toplumcu gerçekçi olmadı ama çok güzel seçti kelimelerini. Örneğin Birtakım İnsanlar (1944) eserinde Fahri’nin evdeki hizmetçisini anlatırken sadece hizmetçiyi değil hayattaki rolünü de anlatıyordu: “Fakat bileklerinden aşağısı birtakım başkaları hesabına yapılmış fedakarlıkların; çocuk bezlerinin, milyonla kirli tabağın hatırasını taşıyor, her hâli eve her gelen erkek misafire acımak, iğrenmek, hoşlanmak hislerini birden ihtiva eden birtakım arzu, arzusuzluklar veriyordu.” Ya da Plajdaki Ayna öyküsünde çocukla gerçekleştirdiği sohbet. Babasını Kurtuluş Savaşı’nda kaybeden bir çocuk ile…

“- Annen var mı senin?

– Var tabii.

– Ne iş yapar?

– Çamaşıra gidiyor.”

– Sen ne olacaksın büyüyünce?

– Ben mi? dedi. Gözlerini gözüme kaldırdı. İkimiz de mavi mavi baktık.

– Ben, dedi, boyacı olacağım.

– Ne boyacısı?

– Kundura boyacısı.

– Neden kundura boyacısı?

– Ya ne olayım?

– Doktor ol, dedim.

– Olmam, dedi.

– Neden?

– Olmam işte.

– Neden ama?

– Doktoru sevmem ki.

– Olur mu ya? Bak, dedim. Doktor sevilmez olur mu?

– Tabii sevmem, dedi. Annem hasta oldu. Evimize geldi. Kumbaramızı kırdık. Bütün yirmi beşlikleri ona verdik. Sonra çeyrekler kaldı. Onlarla da reçeteyi yaptırdık. O da zorlan.

– Ama annen iyileşti.

– Annem iyileşti ama paramız gitti. İki gün yemek yemedim ben.”

Sait Faik’in öyküleri ya dönemin politik atmosferini de unutmamak gerekir. İlk dönem öyküleri dünya krizinin yaşandığı, halkın yoksullaştığı bir ortamda yazılıyor. O yüzden ilk dönem öykülerinde işlenen konuların daha çok yoksulluk barındırdığını not etmek gerekir. Ardından 2. Dünya Savaşı ve kente göç yine Sait Faik’in eserlerine yansır. Büyük kentlerde yaşayan insanların birbirlerine yabancılaştığını, koptuğunu fazlasıyla işler. O yüzden de büyük kentlerde yaşayan insanları sevmez: “Bu şehir laubaliliğin, kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir. İyi insanları yok mu? Dolu. Ama nasıl çekilmişler, nasıl ürkmüşler, nasıl kapanmışlar bir yere? Neredeler?”

Sait Faik’in kent nefreti onu Burgazada’ya götürür. Son Kuşlar‘daki (1952) 19 hikayesinden 16’sı Burgazada’da geçer. Sait Faik, adaya niçin sığındığını şöyle anlatır: “…Balığa çıkacaktım. (…) Kaybettiğim her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, safiyeti, dostluğu, alın terini, sessizliği yeniden bulacak; (…) meyus ve mahçup ölümü bekleyecektim. (…) Yazmayacaktım. (…) Hiç bir zaman yeniden damla damla, dakikaları duya duya, sıkıla patlaya; rüzgârı, denizi, ağı seve seve ölümü beklediğimi bilmeyeceklerdi (…) Onların arasına seyirci sıfatıyla sessizce karışarak oldukça mesut yaşadım.” Ama insansız yapamaz: “İnsansız hiç bir şeyin güzelliği yok. Her şey onun sayesinde, onunla güzel.” Ada’da sevdiği insanların iş ekmek kavgasına gelince nasıl insafsız olabildiğini de bizzat tadar ve büyük bir düş kırıklığı yaşayarak kendini yine yazmaya verir: “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

İnsana inanmaktan hiç vazgeçmese de, hep iyi yönlerini öne çıkarmak istese de yapamaz. Sorunlar yalnızca bireylerin iyiliği/kötülüğü değil, gerçeklerdir: “Bu rençberlere bakar gözükenlere gelelim: Bunlar acaba ‘oh elhamdülillah! Hayatta muvaffak oldum. Zengin oldum. Toprak kazmıyorum. Şu zavallılara bak! Yarabbim sana hamdolsun! Ya onlar gibi olsaydım; halim nice olurdu? Nasıl çalışırdım bu göbekle?’ demiyorlar mı? Mükemmel diyorlardı ama bunu hiçbir zaman açıkça söyleyemiyorlardı. Bu içlerinde yarı his, yarı sevinç, hayır -bir yarı hamd halinde şekilleniyordu. Zahirde ise onların bu çalışmasına büyük kıymet verdiklerini yanlarındaki ufak çocuklara ya söylüyorlar, ya resimli kitapta okutuyorlardı. Bunlar hiç olmazsa, düşünenlerdi. En fenası, en kötü cinsi; lakayt gelip geçenlerdi. Bunlar yalılarına rahatça dönüyorlardı. İştahları kaçmadan yemek yiyorlar, balkonda ‘çeşit’ cigaralardan tüttürüyorlar, vapurlara çoluk çocuk Fransızca nidalarla işaret ediyorlar, radyolarının düğmesini Paris’e getiriyorlardı.” (Birtakım İnsanlar)

Sait Faik’i özetlemek gerekirse, Nâzım’a dönelim:

“Sait Faik’in bir hikayesini okumuştum. Karmakarışıklığı içinde şöyle bir mesele koymuş: Bir insanın hayatını kurtaracağını bilseniz Süleymaniye Camii’nin yıkılmasına razı olur musunuz? İlk nazarda müthiş bir mesele gibi gelen ve Sait Faik’in bir türlü halledemediği bu işi sen mektubunda diyalektik metodu harikulade kullanarak, beni meth ve sena etmek bahsinde ne doğru halletmişsin. Sait Faik insanı mücerret olarak aldığı için işin içinden –sade bu sefer değil, her sefer- çıkamıyor.”

* Fazlası için; https://gazetemanifesto.com/2017/cengiz-kilcer-yazdi-peyami-safanin-sait-faik-nefreti-101828/