Daniil Granin’e göre Sovyet edebiyatı ve Batı edebiyatı arasındaki fark

"Toplumumuzu ve onu kuran prensipleri koruyoruz. Onu destekliyoruz. Bu da son tahlilde, edebi hareketlerimize anlamını verme yolunda olumlu bir unsur. Edebiyatımızın kaynağının toplumumuz oluşundan gelen bir destek görevi bu. Sovyet edebiyatı ve Batı edebiyatı arasındaki temel fark burada yatıyor."

Daniil Granin’e göre Sovyet edebiyatı ve Batı edebiyatı arasındaki fark

(Çeviren: Kaan Kavuşan)

 

1971 yılında, Daniil Granin ile edebiyat ve sanatın diğer büyük isimleri Leningrad’ta Sovyet sanatının doğasını tartışmak üzere toplandılar. Sovyet sanatını Batı sanatıyla karşılaştıran Granin’in konuşması şu şekildeydi:

Sovyet yazarlarla Batılı yazarlar arasındaki temel farklılık nedir onu anlatmaya çalışacağım. Tiyatro veya filmlerden anlamam ancak Batı edebiyatında bir dizi kayda değer ve ilginç nesirci, şair ve oyun yazarı var.

İnsanlar da çok okuyor. Birçok ilginç kitap basılıyor. O halde bizim edebi yaşamımız ve Batı’nınki arasındaki fark, çok açık ki, burada yatmıyor.

O zaman belki de farkı yatan şey yazar ve yayımcı arasındadır? Sanmıyorum. Benim edebi işlerimde de her şey süt liman gitmiyor. Ben de yayınevleriyle, editörlerle ve eleştirmenlerle her türlü çatışma ve münakaşayı yaşıyorum. Zaman zaman en sıkıcı şeyler oluyor. Hayır, demek ki ana fark burada da değil. E peki o zaman nerede?

Yurt dışına çıktığımda bazen kendi kendime Batı’da yaşayabilecek bir yazar olup olmadığımı soruyorum. Ve cevabım “hayır” oluyor. Neden? Konumuza alakasız birçok başka meseleye girmeyeceğim ama tamamen profesyonel boyutuyla ilgili fikir yürüteceğim: Yurt dışına çıkıp Batılı yazarlarla konuştuğumda her zaman aynı garip durum içinde buluyorum kendimi: Bizi anlamıyorlar, biz de onları anlamıyoruz. Edebiyatımızın doğasını ve karakterini anlamadıkları gibi, yazarların Sovyet toplumundaki rolünü de anlamıyorlar. Sovyet yazarların, onları Batılı yazarlardan farklı kılan yaratıcı çabalarını belirleyen hedefleri anlamıyorlar.

Batılı yazarların çoğu kendilerini çatışma içindeki bir toplumun yazarı olarak görüyor ve Batı’daki ilerici kalemler, az veya çok topluma, hükümete ve yaşam tarzına muhalifler. Toplumlarını eleştiriyor, suçluyor, onun kötülüklerini açığa çıkarıyor ve çelişkilerini ortaya koyuyorlar. Ve edebi eserlerinin doğal içeriği ve anlamı da bu. Çalışmalarını bu şekilde tasavvur ediyorlar. Fakat muhtemelen insanlık tarihinde, sanat tarihinde, kültür ve edebiyatta ilk kez, biz Sovyet yazarlar tamamen farklı bir pozisyon alıyoruz. Toplumumuzu ve onu kuran prensipleri koruyoruz. Onu destekliyoruz. Bu da son tahlilde, edebi hareketlerimize anlamını verme yolunda olumlu bir unsur. Edebiyatımızın kaynağının toplumumuz oluşundan gelen bir destek görevi bu. Sovyet edebiyatı ve Batı edebiyatı arasındaki temel fark burada yatıyor. Bana göre, Batı ve Sovyet kalemleri arasındaki birbirini anlamama sorununu yaratan şey bu.

Teşhir ve eleştiri geleneği, ne de olsa, yüzyıllar yaşında, oysaki sosyalist toplumu savunma ve destekleme geleneği insanoğlunun kültüründe daha önce örneği yokken yalnızca bizim edebiyatımızla ortaya çıktı.

Toplumumuzda edilecek pek çok tenkit buluyoruz, hayatımızı ifşa ediyoruz, diyebiliriz ki, büyüyen acılarına tanı koyuyoruz. Ancak en iyi edebiyat adamlarımızın yarattığı eserler, çok çeşitli dallardan yazarlar, yetenekler ve pek tabii ki yaratıcı stil ve anlayışlar incelenecek olursa edebi hedeflerinin hep pozitif olduğunu görürüz. Her şey demokratik sosyalist toplumumuzun gelişiminin üzerine kurulduğu prensipleri savunmak üzerine. Son tahlilde, eserin eleştirel çizgisine rağmen destek olma hevesi vardır. Böyle müspet ve yapıcı bir yöntem olmadan edebi eser çıkaramayız.

Benim mesleğim mühendislikti, sonrasında da kendimi bilimsel araştırmalara adadım. Tezimi sundum ve derecemi elde ettim. Bilimsel çalışmalarımda da çok ilerlemiştim, ama yine de edebiyat için bilimi bıraktım. Neden mi? Çünkü edebiyat bana kendimi ifade etmem için daha büyük imkanlar tanıdı. Ve daha da önemlisi, belki de tüm hayatımın anlamını kapsayan şeye adama fırsatı verdi: belirli felsefi prensiplerimi; hayat tarzımı, yurttaşlık anlayışımı, sahip olduğum ve bir ölçüde her insanın savunup destekleyeceği prensiplerimi ve hislerimi koruma, destekleme ve yaymama. Edebiyatta, sanatta, müspet idealleri savunup destekleme gerçekten de çok karmaşık ve zordur çünkü uygun tecrübe henüz edinilmemiştir, gelenekler henüz ortaya çıkmamıştır… Ve aynı zamanda, teşhir ve eleştiri, desteklemekten daha kolaydır. Bu anlamda, bana öyle geliyor ki, sanatçının savunacağı ilerici müspet bir tasarım tarihsel açıdan her zaman bizim yanımızdadır. Ve sanatçı ne kadar doğrucuysa, tarihsel gerçekleri o kadar tereddütsüz savunur ve destekler; yaratıcı eseri ne kadar manalıysa halkın ona vereceği kıymet de o kadar yüksek olur.

Sıklıkla Batılı yazarlarla konuşuyorum. Aralarında hayatları zorlukları dolu ve tanınma yolunda birçok zorluğun üstünden gelen çok yetenekli sanatçılar var. Fakat meselelerinin sınırları, şöyle diyeyim ki, beni hayrete düşürüyor. Savundukları veya destekleri prensipleri bize göre son derece sınırlı. Arthur Miller iyi bir usta, harikulade bir psikolog, sıra dışı bir yazar, fakat eserlerini okurken, bunu toplumumuzun üstünlüğünün, tarihimizin, yaşam prensiplerimizin, kurduğumuz temellerin, yaratmanın, yeni insana şekil vermenin önüne nasıl koyacağımı bilmediğimi hissediyorum. Ve işte, belki de, Sovyet sanatçısının, Sovyet yazarının, ülkesini seven bir yurtseverin, kendi toplumunu savunma ve destekleme fırsatını Batılı yazarların kendi toplumunu eleştirme ve teşhir etme fırsatıyla değiştirmek istememesinin sebebi budur. Görevimizin zorluğu bir yana tabii.