Bir zorunluluk olarak SSCB’de Sosyalist Gerçekçiliğin doğuşu

Stalin Sovyet yazarlarını/sanatçılarını, “insan ruhunun mimarları” olarak niteliyor ve elbette burjuva sanat çevresi tepki göstermekte gecikmiyordu. Oysa bu nitelemenin ne anlama geldiği oldukça sarih bir biçimde ortaya konulmuştu. İnsan ruhunun mimarı olmak demek, ayakları yere basmak, somut gerçek yaşamın içinde olmak, oradan bakmak demekti; sanatta çocukluk “hastalığından”, hayal dünyasında yaşamaktan, var olmayan bir dünyadan hayali kahramanlardan kurtulmak demekti.

Bir zorunluluk olarak SSCB’de Sosyalist Gerçekçiliğin doğuşu

Arda Tamer Bâkiler

“Edebiyat, proletaryanın genel davasının bir parçası haline gelmeli, bütün proletaryanın politik olarak bilinçli bütün öncüleri tarafından harekete geçirilen o tek ve büyük Sosyal-Demokrat mekanizmanın “küçük bir çarkı ve vidası olmalıdır.” 

V. İ. Lenin (1905)

Edward Hallett Carr’ın dediği gibi bazıları tarihte ‘neden’den söz etmez, açıklama ya da yorum veya durumun mantığı ya da olayların iç mantığından söz eder. Ya da nedensel yaklaşımı ‘neden oldu’yu reddeder, onun yerine, işlevsel yaklaşımı ‘nasıl oldu’yu savunur; oysa bu, kaçınılmaz olarak olayların nasıl olup da meydana geldiği sorusunu işin içine katar ve bizi gene niçin sorusuna götürür. Biz bu kısa yazıda “niçin” sorusuna elimizden geldiğince bağlı kalmaya çalışacağız.

En basit deyişle Sosyalist Gerçekçilik Sovyetler Birliği’nin 1934’te toplanan Sovyet Yazarlar Birliği Birinci Kongresi’nde saptanan düşünceler doğrultusunda oluşturulmuş sanat ve edebiyat anlayışıdır. Sosyalist Gerçekçiliğin ne olduğuna dair yoğun emek gerektiren titiz bir inceleme ise başka bir yazının meselesi olmaya namzettir.

Zor zamanlar

Sovyet Yazarlar Birliği Birinci Kongresi (1934), sosyalizmin inşasında ortaya çıkan zorlukların kayda değer bir şekilde aşılmaya başlandığı sosyalist ekonominin temellerinin atıldığı bir süreçte toplanmıştı. Sömürücü egemen sınıflar tasfiye edilmiş, işsizlik ve kırsal alanlardaki yoksulluk son bulmuş, kentlerdeki yoksul mahalleler ortadan kaldırılmıştı.

Parti Merkez Komitesi’nin ve Merkez Kontrol Komisyonu’nun Ocak 1933’teki genel kurulunun raporuna göre Sovyetler Birliği bir tarım ülkesi olmaktan çıkmış, bir sanayi ülkesi olmuştu. Sanayi üretiminin ülkenin tüm üretimine oranı yüzde 70’e çıkmıştı. Sosyalist ekonomi düzeni endüstri alanında kapitalist unsurları tasfiye etmiş, sanayide biricik iktisadi sistem haline gelmişti. Sosyalist ekonomi, tarım alanında Kulakları sınıf olarak ortadan kaldırmış ve tarımda egemen güç haline gelmiş, kolektif çiftlik sistemi kırsal alanda yoksulluğa ve kıtlığa son vermiş, on milyonlarca yoksul köylü maddi güvenliğe kavuşmuştu. Bununla beraber sanayide işsizliğe son verilmiş, bazı iş kollarında sekiz saatlik işgünü devam etse de, işletmelerin büyük çoğunluğunda yedi saatlik işgününü, sağlığa zararlı işyerlerinde de altı saatlik işgününü getirmişti.

1933-1937 yıllarını kapsayan İkinci Beş Yıllık Plân, Komünist Parti’nin 1934 yılında yapılan XVII. Kongresi’nde kabul ediliyor ve 1933 yılı başı itibariyle yürürlüğe konduğu karar altına alınıyordu. Birinci Beş Yıllık Plânın yaklaşık 50 kadar sanayi kolu için üretim hedefleri koyarken, İkinci Beş Yıllık Plân, 120 sanayi kolunu kapsıyordu.

İkinci Beş Yıllık Plân, birincisine nazaran çok daha detaylı bir biçimde ve daha oylumlu olarak hazırlanmıştır. İkinci Beş Yıllık Plân döneminin taşıdığı büyük önem, gerek endüstri gerekse tarımsal üretimin tamamen kamulaştırıldığı bir zamanı kapsamasıdır. 1937 yılı sonunda sanayi üretimin % 90,3’ü kamusal kuruluşlar, % 9.5’i kooperatifler, % 0.2’si de özel teşebbüsler eliyle yapılmaktaydı. Aynı yıl, ekilebilir toprakların % 85.7’si kolektif çiftlikler % 9’u devlet çiftlikleri, sadece % 0.8’i de kendi hesabına çalışan çiftçiler tarafından işlenmekteydi. Toprakların % 4,5 kadarı ise kolektif çiftliklerde çalışanların ya da ücretlilerin yararlandıkları küçük tarlalardan oluşmaktaydı. Yine, 1937 yılındaki perakende ticaretin % 64’ü devlet, % 23’ü kooperatif mağazalarındaki, % 12,5 kadarı da kolektif çiftlik pazarlarındaki satışlardan meydana gelmekteydi (Çelebican, 1972).

Eski yaşam biçiminin kökten değiştirildiği ve dünyayı değiştiren gücün aslında kendisi olduğunu anlamaya başlayan insanda bir onur duygusunun uyandığı dönemdir. O zamanları yine en nesnel olarak betimleyen Maksim Gorki’ye kulak verelim:

“Ülkemizin dış görünüşü bile büyük ölçüde değişti ve ülkenin yer yer yoksullarla dolu yamalı yüzü tümüyle yenilendi. Yulaf ekili uçuk mavi bir şeritin yanı sıra çavdar başaklarının oluşturduğu bir altın sarısı şerit, onun yanında yemyeşil bir buğday tarlası, aralarda yer yer yabanıl otlar, yani kısacası, üzgün suratlı bir parsellenmiş ülke görmüyoruz artık. Bugün, gözün alabildiğine uzanan topraklarda tek bir renk, tek bir biçim görülüyor. Köyler ve kasabalara kiliseler değil, büyük kamu binaları egemen. Dev fabrikalar, geniş pencerelerinde güneşi yansıtıyor. Birer oyuncak gibi duran renk renk eski kiliseler, halkımızın kilise mimarisinde anlam bulan yeteneklerine tanıklık ediyor (Gorki, 1989).

Sovyet sanatının başarısı, sosyalist inşanın başarısına kopmaz bağlarla bağlanıyordu. Sovyet sanatının temayüzü, sosyalist iktidarın oturmasının da bir ifadesiydi.

Stalin Sovyet yazarlarını/sanatçılarını, “insan ruhunun mimarları” olarak niteliyor ve elbette burjuva sanat çevresi tepki göstermekte gecikmiyordu. Oysa bu nitelemenin ne anlama geldiği oldukça sarih bir biçimde ortaya konulmuştu. İnsan ruhunun mimarı olmak demek, ayakları yere basmak, somut gerçek yaşamın içinde olmak, oradan bakmak demekti; sanatta çocukluk “hastalığından”, hayal dünyasında yaşamaktan, var olmayan bir dünyadan hayali kahramanlardan kurtulmak demekti.

Özellikle dünya ölçeğinde –dün ve hâlâ bugün- burjuva sanat piyasasının Sosyalist Gerçekçiliğe bu denli amansızca ve düşmanca saldırısı şaşırtıcıdır. Belki de asıl şaşırtıcı olan sadece batıda değil ülkemizde de aynı görüşü paylaşan, söz konusu saldırıya katılan isimler de vardı. Üstelik sadece sağ cenahtan değildi bu isimler… Sol kamuoyunda solcu olarak tanınan Zekeriya Sertel bile bu saldırıya kendi meşrebince katkı koyuyordu. Sertel’e göre Sosyalist Gerçekçilik adına aydınlardan partinin emrine ve görüşüne körü körüne uyması isteniyordu. Parti görüşüne göre, sosyalist gerçekçilik her şeyi iyimser bir gözle görmek, sosyalist âlemi tozpembe göstermek; buna karşılık kapitalist ülkelerdeki her şeyi kötülemekti.  Aydın kompleksidir, Sertel, “gözlemlerini” ifrata vardırıyor ve parti yöneticilerine “ciğeri beş para etmeyen, sanattan anlamayan” gibi hakarete varan sözlerle saldırmaktan çekinmiyordu:

Parti çizgisinden dışarı çıkılmamasını sağlamak için katmerli bir sansür konmuştu. Aydın ağzını açamıyordu, hiçbir aydının sansürün pençesinden kurtulmasına imkân yoktu. Partinin güvenini kazanmış büyük sanatçılar bile, bu ciğeri beş para etmeyen, sanattan anlamayan, bütün görevi partiye yaranmaktan ibaret olan cahil, dar görüşlü bürokrat sansürün emrine uymak zorundaydı. Sansür eline geçen yapıtı ne kadar değerli olursa olsun, keyfi bir kararla tüm olarak reddedebilir, istediği gibi değiştirebilir yahut bazı parçaları çıkarıp atabilirdi. Bunu yaparken yazarın fikrini sormak, rızasını almak zorunda da değildi (Sertel, 1978).

Ekim Devrimi’yle ve sosyalist toplumun kuruluşuna başlanmasıyla birlikte yeni bir toplumsal gerçeklik dünyada artık görünür hale geliyordu. Dünya edebiyatında Sosyalist Gerçekçiliğin taşıdığı önem şudur: Toplumcu gerçekçilik, tarihsel gelişmenin belirleyici toplumsal sorunlarını ortaya koyarak; yeni, sosyalist ilişkilerin doğuşunun ve gelişiminin kaçınılmazlığını göstererek; insanın, toplumsal ilerlemedeki engelleri aşma ve akılcı bir altyapıya dayanan, adaletli bir toplum yaratma gücünde olduğunu kanıtlamıştır.(Suçkov, 1982)

Sosyalist gerçekçilik, yaşamın bir yaratıcılık olduğunu ortaya koyar. Yaratımı oluşturan eylemler, insanın doğasal güçleri yenmesine, sağlıklı ve uzun bir yaşam sürmesine, sürekli gelişen taleplerine uygun olarak tek bir aile halinde bir araya getirilmiş olan insanlığın görkemli bir yuvaya dönüştürmek istediği dünya üzerinde yaşayanlara büyük mutluluklar vermeye, insanın en değerli bireysel yeteneklerini geliştirmeye yöneliktir (Gorki, 1989).

İnsanı asla soyut bir varlık olarak ele almadığı gibi, sosyal ilişkilerden de ayrı tutmaz, soyutlamaz. Tarihsel ve nesnel çelişkilerle, sayısız güçlüklerle dolu olan çok karmaşık maddi süreçler, Sosyalist Gerçekçi sanatın ana temasıdır; tüm bu süreçlerin somut tarihsel biçimleri ile ona eşlik eden olguları, toplumun ruh halindeki yeni biçimlenmeler, değişen toplumla birlikte kendisi de değişen insanın iç dünyasına bakar. Ve sanatın gerçeklikle estetik ilişkisine bakmayı, oradan sonuçlar çıkarmayı ihmal etmez.

Bir bakıma Sosyalist Gerçekçiliğin teorik ve sanatsal ilkelerinin temelinin Rus edebiyat eleştirmenleri Vissarion Belinski, Nikolay Çernişevski, N.A. Dobrolyubov tarafından atıldığını söyleyebiliriz. Sosyalist gerçekçilik, 19. yüzyıl gerçekçiliğinin temel ilkesini miras aldı ve geliştirdi. Puşkin, Gogol, Turgenyev, Gonçarov, Dostoyevski, Tolstoy, Şçedrin, Çehov gibi isimleri de anmak gerek.

Her ne kadar Sosyalist Gerçekçiliğin “resmi” tanımı, 1934’te Sovyet Yazarlar Birinci Kongresi tarafından kabul edilse de öncesinde, Devrimci Ressamlar Derneği ve VKhUTEMAS’ın (Yüksek Sanat-Teknik Atölye Derneği) kurulmasıyla 1920’lerde yeni sosyalist sanata yönelik ilk adımlar atılmıştı.

Bizce Sosyalist Gerçekçilik Lenin’in, 1905 yılında işaret ettiği üzere “edebiyatın, proletaryanın genel davasının bir parçası haline gelmesi, bütün proletaryanın politik olarak bilinçli bütün öncüleri tarafından harekete geçirilmesi adına tek ve büyük mekanizmanın ‘küçük bir çarkı ve vidası olma’ yolundaki mücadelesi ve uğraşıydı”.

Bugünden geriye baktığımızda dünyayı sarsan altüst oluşlar ve sıçramaların sonucudur Sosyalist Gerçekçilik. Sosyalist Gerçekçiliğin ortaya çıkışı, ne tarihsel bir sapma, ne bir tesadüf, ne de tarihin bir ironisiydi. Onun ortaya çıkışı bir zorunluluktu.

Kaynakça

Çelebican, G. (1972). Sovyet Rusya’da İktisadî Plânlamanın Gelişimi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi , 29 (3-4).

Gorki, M. (1989). Edebiyat Yaşamım Çev. Şemsa Yeğin. İstanbul: Payel Yayınları.

Sertel, Z. (1978, Ekim Pazar). Nâzım Hikmetin Son Yılları. Milliyet , s. 4.

Suçkov, B. (1982). Gerçekçiliğin Tarihi Çev. Aziz Çalışlar. İstanbul: Adam Yayınları.