Bienal şeyi!

"Bienal Şeyi'nde" artık sanat eseri değil "iş" var; Bienal "çağdaş sanat" olgusunun billurlaşmış hali olduğu için burada Bienal Şeyi tanımım Bienal'le sınırlı değil, kavrama sanat dışkılama (diğer adıyla sanata kavram dışkılama) yöntemini kullanan tüm biçimlerin ortak adı olarak ortaya koyuyorum.

Bienal şeyi!
Sertaç Canbolat

 

Gündelik gerçeklikte hedef aldığım tek bir an’ın üzerinde hızlı ve yüksek kreşendolu bir “happening”le tepiniyorum, böylece izleyicinin burada ve şimdi tanık olduğu edim üzerinde kendi hipergerçekliğini kurmasına olanak tanıyorum. Çünkü izleyicinin edilgen konumunda, bir edimin gerçekliğinden değil, o edimin kendisinde oluşturduğu hipergerçeklikten söz edebiliriz, burada hipergerçekçilik kavramını enstalasyonun arkeolojik artığı olmaktan çıkarıyorum; şöyle ki, gerçeğin gerçekliği ile izleyicinin zihnindeki gerçekliği eşitlediğimizde öznenin bilişsel sürecini de ortadan kaldırmış oluyoruz, oysa izleyicinin, yan öznenin hiper-gerçekçiliğinden bahsettiğimizde onun artık pedagojiden psikanalize tüm süreçlerle tanımlar hale geliyor. Örneğin bu yıl İstanbul Bienali için “Klostrofarm” adlı işim için Türkiye’nin çeşitli yerlerinden patates, havuç, bezelye ve mercimek yetiştiren aileler getirdim, bu ailelerle mermer zemine kurulu topraklı alanda gerçekten tohum ekme etkinliği yapacağım ve bu tohumlar 7-24 uygun kapalı koşulda filizlenecek. Yereldeki bilgeliği merkeze aldığım sosyoekolojik bir deneyimleme olan bu iş, sanat eserinin gerçek sürede oluşmasıyla birlikte kendi gerçekliğinin sorgulanmasını da bilince çıkardığından çok katmanlı bir okumaya izin veriyor.

Yukarıdaki enstalasyon-happening’in ve açıklamasının Bienal’de yer almaması için bana sağlam bir argümantasyonu kim hangi cüretle üretebilir! Hodri meydan! 2005 yılında “İstanbul” kavramsal çerçevesinde Türkiye’ye çeşitli sanatçılar getirildi, bunlar bir ay İstanbul’da ağırlandılar ve çeşitli işler ürettiler; bir tanesi peri kızı giysisi ve ucunda yıldızı olan sihirli değnekle Galata Köprüsü üzerinde yürüme happening’inin fotoğrafladı, diğeri ise çıta ve siyah perdeyle oluşturduğu köşeye, üzerinde “I love you” yazılı kırmızılı balonlar koydu. Bienal’in balından yararlanmış olsaydım, ne yaptığımı onlara kışkırtıcı biçimde göstermek için oraya poliüretan köpükten dev bir hipergerçekçi kaka koyardım. Aynı yıl veya başka bir Bienal’de olabilir, “ekmek kapısı” adlı bir işte ise İstiklal Caddesi’nin başına konmuş bir kapıya torbada “ekmek”ler asılmıştı. Yaa, ekmek kapıya asılı, o halde “ekmek kapısı”. İhtiyaç sahipleri elbette hemen boşalttılar ekmekleri. Oysa ekmeklerin uzaktan gerçek ekmek gibi görünüp, yakınına gelen yoksulu hayal kırıklığına uğratması gerekirdi, en azından “ekmek kapısı” olmayan bir ekmek kapısı hem kavramsal açıdan doğru olurdu hem de bu aşağılama Bienal’in sınıfsal ekseniyle doğrudan örtüşürdü. [Bu noktada aslında karşı tarafa belki de mesaj verip diyorum ki, ben sizin tarafınıza geçemem ama “eleştirel” adı altında beni de çeperde tutarsanız hem sizin meşruluğunuza eleştirellik üzerinden -sanki karşıtının eleştirisi olabilirmiş gibi!- katkıda bulunurum hem de ben biraz yolumu bulurum.] Bu noktada “Hiç mi iyi iş yok?” diye sorulmasının bir anlamı yok, bu metindeki Bienal saptaması işlerin “niteliğiyle” ilgili değil çerçevesiyle-kaynağıyla ilgili. Yazının ilerleyen kısmında bulabilirsiniz…

Alan Sokal “Şakanın Ardından” adlı eserinde ne anlatıyordu? Bilim tarihi ve felsefe üzerine “Sınırları Aşmak: Kuantum Kütleçekiminin Dönüştürücü Bir Hermeneutiğine Doğru” adındaki büsbütün saçma makalesini Social Text’e göndermiş, bu saçmalıklarla dolu makale, derginin anlı şanlı postmodernist editörlerinin onayından geçmişti. Alan Sokal, bu küçük deneyinin ardından Fransız postmodernistleri ve onların Amerikalı yardımcılarının bilimsel kavramları ve terminolojiyi kötüye kullanmasını kitaplaştırdı, ortaya “Şakanın Ardından” çıktı. Alan Sokal’ın buldozerle gömdükleri, başka bir alanda, sanatta cirit atıyor! Şu aşağıdaki metin de Alan Sokal’ın büsbütün saçma olan kurmaca metniyle tam olarak aynı; isimleri atıyorum veya siz istediğiniz ismi koyun: “Tartışma serisinde antropolog …; bitkisel evreni felsefenin konusu haline getiren eko-politika üzerine çalışmalarıyla Doç. Dr. …; antropoloji, sanat, dijital kültür ve deneysel etnografi ekseninde çalışan Doç. Dr. …; şamanizm ve moleküler biyoloji ilişkisini inceleyen antropolog-yazar …; geç liberalizme eleştirel kuram üzerinden bakan Prof. Dr. …; beyin, mikroplar, salyangozlar, yapay zekâ gibi pek çok oluşumu birlikte ele alarak antropolojiye “etik sonrası” bir pencereden bakmaya çağıran Doç. Dr. …; Lyon ENS’den felsefeci … ve yazılarında normatif aklın bir eleştirisini sunan Prof. Dr. … gibi önemli isimler yer alıyor.” Bir saçmalığın deşifresinde içinde bulunduğumuz temel retorik açmaz şudur: Yokluğun varlıkla anlatılamaması gibi akıldışılık akılla yanlışlanamaz, bilimdışılık bilimle gösterilemez; yani evrenin enerjisine katılmak isteyen biri için fizikteki enerji kavramının hiçbir etkisi olmaz, bir yobaza bilimsel bilgiden bahsetmenin bir anlamı yoktur çünkü aklın ve bilimin akıldışılık ve bilimdışılıkta bir karşılığı yoktur. Yani sadece akılcı ve bilimsel karşıtlıklar akıl ve bilimle yanlışlanır veya doğrulanır. Saçma olanın karşısına retorik açısından da aklı koymamak gerekir, bunu yaptığınızda denklik atfetmiş olursunuz. Peki o halde nasıl yapacağız? Akıldışılığa, bilimdışılığa veya “saçmalığa”, bunları akılcılık ve bilimle eşitlemeden nasıl cevap vereceğiz? Benim naçizane önerim, bunların kendi gerçekliklerinin gerçekle bağını tespit ederek oradan kesmek. Örneğin Bienal konusunda şuradan başlayalım: Mesenlerin sanatçılarının çağından akımların sergi çağına kadar sanat ve sanatçı bütünleşik bir kavramdır; adı müzisyen, ressam veya başka bir şey, ne olursa olsun, sanatçının mevcut tutumu ile sanat eseri birbirinin bağlaşığıdır. Çünkü sanat eseri, sanatçının tutumunun doğrudan sonucudur. [Burada yaratıcılıktan bahsetmiyorum, Kilise için duvar resmi de yapsan, karar vericiler kim olursa olsun o resmi gerçekleştirmende, resim sanatının mevcut uygulamaları içinde belli bir yere oturan belli bir tutumun vardır.] Dolayısıyla sanatçının öncelikle sanatın karşısındaki tutumu “politiktir”. Sanat eserinin politik yönüyle ayırarak söylüyorum. Sanatçının sanat eseriyle gerçekleştirmek istediği şey, mevcut sanatla politik bir ilişki kurar. Caravaggio’nun resminde ışık kullanımını belirleyen o karanlık kullanımı (stüdyosunun zifiri karanlığında güneş ışığı mı yoksa yapay ışık kaynağı mı kullandığı üzerine çalışmalar bu noktada konu dışı); Jacques Vaché, René Char ve Robert Desnos’da anlam ve gerçek arasındaki ilişkinin parçalı-parçalanmış olmasının savaşta parçalanan insanlardan kendi tanıklıklarıyla türemesi; Arthur Cravan’ın belki de ilk “happening” olan boks karşılaşması; performansçıların kimisinin belli bir mesafeden koluna ateş ettirmesi, mastürbasyon yapması, kıçına patates sokması; manifestolu akımlardan örneğin, Sitüasyonizm, Dadaizm, Gerçeküstücülük [bu üçü sanatı yok etmek isteyen politik akımlardır, sanatı yok etmek isteyerek birer sanat biçimi olmuş politik akımlar da diyebiliriz]; Hipergerçekçilik, Non-figuratif (örnekleri uzatabiliriz); bunların hepsinde sanatçının sanat eseriyle yapmak istediği şey, mevcut sanat uygulamalarıyla ilişkisi açısından politiktir. Sanatçı bunların hepsinde yaptığı şeyin “sorumlusudur”, “failidir”, sanatçıyı çektiğinizde ortadaki resim, heykel veya adına her ne diyorsanız kaybolmaz ama “sanat eseri” kavramı ortadan kaybolur. Sanatçı, “eserinin” yukarıdaki anlamda faili ve sorumlusu olarak bir kez sanat karşısında böyle bir “politik” tutum takındığında, biz onun ÜÇ S (sanat-sanatçı-sanat eseri) birlikteliğinin hangi “politik alana” hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Dahası ÜÇ S’yi belli bağlamlarda değilleyebilir, “sen sanatçı değilsin, bu sanat değil, bu da sanat eseri değil” diyebiliriz. Picasso’nun Guernica tablosunun “politik” olmadığını savunabiliriz, ben savunuyorum örneğin, tam da yukarıda verdiğim bağlamda [Konudan uzaklaşmamak için bu tartışmaya burada girmiyorum]…

Maalesef sözü bunca uzatmamın nedeni tam da budur: Bugün bir sermaye grubunun Bienal’e can vermesi üzerinde durmak bana açıkçası yeterli gelmiyor, sermayenin sanatı dekoratif hale getirmekten öteye geçmesi uzun süredir gündemde ve Chin Tao Wu’nun herkesçe bilinen “Kültürün Özelleştirilmesi” eseri bunu zaten bütün ilişkiselliği içinde ortaya koyuyor. Hayır yetmez artık bu kadarı, artık rapier’de İtalyan tarzının “başlangıç uzundur, hızla biter” şiarında olduğu gibi kılıcı saçmanın kalbine hızla saplamanın zamanı geldi, bu artık sanat açısından bir ölüm-kalım düellosu. “Bienal Şeyi’nde” artık sanat eseri değil “iş” var; Bienal “çağdaş sanat” olgusunun billurlaşmış hali olduğu için burada Bienal Şeyi tanımım Bienal’le sınırlı değil, kavrama sanat dışkılama (diğer adıyla sanata kavram dışkılama) yöntemini kullanan tüm biçimlerin ortak adı olarak ortaya koyuyorum. Biz Bienal Şeyi’ne “bu sanat değil, sen sanatçı değilsin, bu da sanat eseri değil” sözünü yukarıdaki bağlamda söyleyemeyiz, ancak ve ancak “sen tam bir saçmalıksın” diyebiliriz. Hayır, sanat bağlamında tartışılabilecek hiçbir şey yoktur Bienal Şeyi’nde! Bir kavram buluyoruz, tıpkı Alan Sokal’ın gösterdiği saçmalık şekliyle; “Kuzey Kore, mikrobiyoloji ve patates”, sonra bunu yaptığımız “işte sorunsallaştırıyoruz”, yani ne olduğunun eleştirisi verilemeyen ama belli bir toplumsal-mekansal yapı sistematiğinde (küratörler, şunlar bunlar, Bienal mekânları ve sponsorluk yapısından) birtakım kavramlar kullandığımızdan dolayı sanat olarak önkabulü “zorunlu” bir şeyi dışkılayarak “sanat alanı” elde ediyoruz, vay, vay, vay… Sermaye Batı’da sanatın iktisadi belirlenimini ve tartışılma alanını elinde tutmaktan sıkıldı sanırım, lüks malikânelerinin İtalyan mermerli salonlarının ortasına yaptıkları kakayı çomaklamalarını bir sanat alanı olarak kurmakta kararlı görünüyor, elindeki payeleri dağıtarak bu çomaklamaya insanları katabileceğinin de farkında. Ve işte bu yüzden yukarıdaki Bienal Şeyi’nde isimleri silmek ile türlü türlü isimler yazmak arasında bir fark yok, işte bu yüzden kavrama sanat dışkılama yönteminin billurlaşmış ifadesiyle Bienal Şey’i, bir “şey” veya “şey” bile değil… Sonuç itibarıyla Steinbeck okumayı severek non-figuratif takip etmeyi bir çelişki olarak tartışmak iyidir ama hem Dadaizm seveceksin hem Bienal Şeyi’ni, hem Dadaizmin manifestosunu okuyacaksın hem Bienal Şeyi’nde anlam bulacaksın, elinde Gogol’le Bienal Şeyi’ne gideceksin, bu saçma, sadece saçma. Saçma ve tıpkı din gibi gerekli! Din nasıl rıza imalatı için gerekliyse Bienal Şeyi de ideolojik-siyasi kavram setlerini tahrif ederek safları dağıtmak için o kadar gerekli (Din rıza imalatındaki yerini kaybediyorsa Bienal Şeyi bu boşluğu dolduracaktır). Bienal Şeyi’nin kavramlarla, özellikle de gerçek hayatta doğrudan doğruya ideolojik-siyasi belirlenimin kavramlarını kullanmasının nedeni tam da bu; bugün antikapitalizm-sosyalizm nasıl ki iki uca ayrıştırılmıştır (sosyalizm gibi bir model kurmayan ve antiemperyalist vurgusu bulunmayan bir antikapitalizm, kavram setiyle birlikte yıllar içinde artık tam olarak biçimlenmiştir) şimdi sıra bu soyulmuş antikapitalizmin kavram setinin de ikame edilmesine gelmiştir; Bienal Şeyi az önce verdiğim manifestolu üçlünün kavramlarını yağmalayan bir virüs gibi, yağmalıyor ve ideolojik-siyasi duruşu bir jeste indirgiyor, hem de uygulayıcısının kim olduğunun asla fark etmediği bir jest. İşte bu jest, Bienal Şeyi’nde bir sanat-ideoloji-siyaset temsiliyeti oluveriyor; hiçbir şey olmayan her şeyin temsili! Dünyayı yağmalayan neoliberalizmin, kendisini kendisinin karşısında Mesih-sistem karşıtı-sıradışı-vs ilan etmesindeki, hattâ kabul ettirmesindeki en büyük illüzyon aracıdır Bienal Şeyi. Bir virüs, virüsü taşıyan bir parazit, paraziti taşıyan bir taşıyıcı!

NOT: Bienal Şeyi elbette bir süreç, dünyada bugüne kadar bienallere katılmış ve yukarıdaki tanım ölçüsünde “sanat eseri” ve “sanatçı” var elbette. Ancak tam da bugün, Bienal’in toplumsal rolünün bu şekilde deşifre edilmesi gerekiyor.