Akademisyen Dr. Anıl Aba ile “Kültür Sanat Endüstrisinde Tekelleşme” üzerine

Dr. Anıl Aba: “Marxist perspektiften ele aldığımızda kültür sanat üretimini gömlek, şampuan ya da dondurma üretiminden ayrı değerlendirmek için fazla bir sebebimiz yok. Ürünlerin doğası farklı olsa bile profesyonel piyasada müzik albümü, roman veya fotoğraf, tıpkı diş macunu gibi, mübadele değeri için üretilir. En nihayetinde Sony, Universal, Sotheby’s, Elif Şafak ya da Mor ve Ötesi bu işi hayrına değil kâr için yapıyor.”

Akademisyen Dr. Anıl Aba ile “Kültür Sanat Endüstrisinde Tekelleşme” üzerine

Söyleşi: Cengiz Kılçer

 

– John Ruskin’n tabiriyle “sanatın politik ekonomisi” nedir, günümüzdeki tezahürü üzerine neler söyleyebilirsiniz?

A.A.: Nedense bazı kişiler, ki buna sol cenah da dahil, kültür sanat işlerinin ideolojik bir dokunulmazlığı olduğunu düşünüyorlar. Halbuki günümüzde sanat, piyasası olan ekonomik bir endüstridir. Marxist perspektiften ele aldığımızda kültür sanat üretimini gömlek, şampuan ya da dondurma üretiminden ayrı değerlendirmek için fazla bir sebebimiz yok. Ürünlerin doğası farklı olsa bile profesyonel piyasada müzik albümü, roman veya fotoğraf, tıpkı diş macunu gibi, mübadele değeri için üretilir. Dikkat çekici kapak tasarımları yapılır, ürünü sattıracak aldatıcı reklamlar yapılır, 29.90 falan gibi yanıltıcı fiyatlar belirlenir, indirim ve kampanyalar yapılır vesaire… En nihayetinde Sony, Universal, Sotheby’s, Elif Şafak ya da Mor ve Ötesi bu işi hayrına değil kâr için yapıyor. Geçimlik bir kazanç da değil büyük paralardan söz ediyoruz. Sanatçının görüntüde solcu olması bir şeyi değiştirmez. İsim vermeyelim ama dayanışma konserlerini sık sık “programımız yoğun”  diyerek geçiştiren, kaşesi konserden önce nakit olarak masaya konmazsa sahneye çıkmayan, ama ortamlarda solculuk oynayan şarkıcılar, çalgıcılar var bu piyasada.

Biri Twitter’da hükümetin baskıcı politikalarını eleştiriyor, ama öte tarafta kendi tekelini kurmuş yolunu buluyor. Öteki yanmaz kefen satan hocaya giydiriyor, ama beri tarafta kartelini kurmuş gençleri kazıklıyor. Beriki Yeni Akit’in haberciliğine sallıyor, ama bu tarafta üç bilete müzik sektörünün PR’ını yapıyor… Bu aslında çok anlaşılabilir bir durum. Ruskin, “düşündüklerimiz, bildiklerimiz ya da inandıklarımızın, nihayetinde, pek bir önemi yoktur; asıl önemli olan yaptıklarımızdır” der.  Diğer bir deyişle, politik davranışımızı büyük oranda sosyoekonomik pozisyonumuz belirler. Buradan bakarak; kapitalist sisteme bu kadar entegre olmuş, ürün farklılaştırmasıyla iktidar karşıtı muhalif kesime kültür sanat satıp yolunu bulan yıldız sanatçıların sosyal medyada tasladıkları solculuğu ben fazla ciddiye almıyorum. Bazı sanatçıların kaşesi 80 bin ilâ 120 bin bandında. Arkada çalan müzisyenlerine kişi başı 700-800 lira veriyorlar. Festival tekeliyle 10 konserlik blok anlaşma yaparak, ekstralarla birlikte, yıl toplamında 1-1,5 milyon lira kazanan gruplar var. Müthiş bir rant var. Toptan bir yaklaşımla herkesi aynı kefeye koymuyorum; istisnalar muhakkak vardır ama genel çerçeve böyle.

Kültür sanat sermayesi ile dijital sermaye birleşiyor. Tekelci uygulamaları olan yerel markalarımız var; D&R, Milyon Yapım, Fizy vs.”

– Türkiye’de ve dünyada kültür sanat endüstrisindeki tekelleşme hangi “aşamada”?

A.A.: Bilişim çağının ilk yıllarında bize, dijital geleceğin daha özgür ve daha demokratik olacağı vaat edilmişti. İlerleyen teknoloji ve internet sayesinde pek çok şeyin maliyeti azalacak, iletişim olanakları genişleyecek ve böylece herkesin kendini gösterme, kendi haberini yayımlama, kendi ürününü satma, kendi şarkısını kaydetme imkanı vesaire olacaktı. Geçici bir süreliğine bu böyle oldu. Yaratıcı yıkım başladığında yeniliğe ayak uyduramayan bazı dev şirketler elendi. Yerlerini yeni markalar, rockstar CEO’lar, dinamik yeni teknoloji şirketleri aldı. Bunların öncelikli amacı pek çok şeyin ücretsiz ya da çok ucuz olduğu dijital dünyayı paraya çevirmekti. Önce oyunun kuralları yeniden belirlendi, sonra da tekelleşme hamleleri yapıldı. Bu süreçten başta sinema ve müzik endüstrisi olmak üzere tüm kültür sanat evreni nasibini aldı.

Rant yüksek olduğu için çok vahşi bir rekabet var. Apple, Spotify ve Youtube dijital müzik dinleme piyasasında birbirlerine girmiş durumdalar. Netflix, Amazon, Apple, Disney, HBO ve Hollywood film piyasasında savaşıyorlar. Müzayede evlerinde de bir konsantrasyon var. Kitap satışında Amazon zaten tekel konumunda. Tabii eski şirketler de buralara yatırım yapıyor. Mesela birkaç sene evvel Sony, Spotify’ın yüzde 5.7 hissesini almıştı. Yani kültür sanat sermayesi ile dijital sermaye birleşiyor.

Türkiye’de de gidişat aynı yönde. Belki gelişmiş ülke kapitalizmini biraz geriden takip etmenin neden olduğu bir seviye farkı vardır. Ama işleyiş aynı. Tekelci uygulamaları olan yerel markalarımız var; D&R, Milyon Yapım, Fizy vesaire gibi… Bazen yerel ve yerli olmanın avantajıyla yabancı devleri alt ettikleri de oluyor. Mesela eBay, gittigidiyor’u satın alarak girebildi bu piyasaya.

“Muhalif kimlikleriyle bilinen isimlerin bu tekelleri savunduklarını hepimiz ulu orta gördük”

– BirGün Pazar’daki “bilet tekeli”, “beach club mafyaları”, “Kitap Sektöründeki D&R ve İdefix Tekeli”, “Müzik Festivallerindeki Milyon Yapım Tekeli” ve “Spotify’ın “satılık” müzik listeleri hakkındaki yazılarınızı kimileri cesurca bir tavır olarak niteledi. Hem bu yazılarınızı bize bir kez daha hatırlatmanızı hem de size yöneltilen eleştirileri ve tepkileri anlatabilir misiniz?

A.A.: Evet, bu seri çok dikkat çekti. Bu araştırmaları yaparken onlarca müzisyen, yazar, çizer, işletmeci ve sektör profesyoneliyle görüşmeler yaptım. Hepsi verilere, belgelere, kanıtlara ve birinci ağızdan yapılan açıklamalara dayanıyor. Genelde çok olumlu değerlendirildi. Takip edebildiğim kadarıyla gelen tepkilerin yüzde 90’ı olumlu, yüzde 10’u olumsuzdu. Olumsuz değerlendirenlerin tamamına yakını ekmeğini bu tezgâhtan yiyen ve sektörle çıkar çatışması içinde olan çalgıcılar ve sözde gazeteciler. Olan biteni işin içinden bilen aklıselim sahibi kişiler “artık birinin bunları anlatması gerekiyordu” minvalinde yorumladı.

Öte yandan Selda Bağcan, Niyazi Koyuncu falan gibi muhalif kimlikleriyle bilinen isimlerin bu tekelleri savunduklarını hepimiz ulu orta gördük. Mesela Güven Erkin Erkal vaktiyle festival tekelini eleştirirdi; ama Umut’tan dj set ve televizyon programı aldıktan sonra 180 derece dönüşle Milyon Fest’in en büyük savunucusu haline geldi. Off-the-record konuştuğumuz için ismi bende saklı başka yıldız sanatçılar da var yine bu tekelleşmeleri destekleyen.

Bazı yazıların basılmaması veya kırpılarak basılması yönünde sabotaj girişimleri oldu. Yazılar çıktıktan sonra kültür sanat camiasından gazete editörlerini arayıp ya da mesaj atıp tepki gösteren, isimleri lazım değil, sanatçılar falan da oldu. Milyon Yapım’ın sahibi rockstar Umut Kuzey, bana ve gazeteye dava açtı. Spotify yazısından sonra Türkiye’de paralı liste işine giren kültür sanat editörlerinin epey canı sıkıldı. Dandik müzik sitelerinde kendi arkadaşlarından başka kimseyi ikna etmeyen vasat cevap yazıları yazıldı. Türkiye Yayıncılar Birliği başkanı Kenan Kocatürk, D&R ve İdefix tekeli yazısına karşı bir şeyler eveledi geveledi ancal yazıda anlattığım mekanizmayı yanlışlayacak hiçbir şey söylemedi.

Özetle, rant tezgâhından nemalanan kim varsa reaksiyon gösterdi ama kimse ortaya dişe dokunur ve ikna edici bir argümanlar koyamadı. Genelde Orwell’e atfedilse de aslında anonim olan şöyle güzel bir söz var: “gazetecilik birilerinin yazılmasını istemediği şeyleri yazmaktır, bunun dışında kalanlar PR’dır.” Ben birilerinin yazılmasını istemediği şeyleri yazdım. Sanatçı ya da meslekten gazeteci olmadığım için üstüme vazife olmayan yazılar yazdığımı söyleyenler oldu. Zaten benim bu yazıları yazabiliyor olmamım sebebi sektörden olmamam. Sektörün içindeki kişiler çıkar çatışmasından ötürü bunları yazamıyorlar, camianın halkla ilişkiler elemanı gibi davranıyorlar. “Aman Ali Rıza bey tadımız kaçmasın” diyerek etliye sütlüye dokunmadan gazetecilik yapılmaz.

“Sistem risk almayı sevmediği için aynı müziği, aynı sinemayı, aynı kitabı çevirip çevirip bize satıyor.”

– Kültür sanat ticareti, “fiyatı olmaması gereken şeylerin ticareti” midir?

A.A.: Ben öyle olduğunu düşünüyorum. Kültür sanat faaliyetlerinin metalaşması beraberinde standartlaşması getiriyor. Dünyada müzikal çeşitlilik azalıyor. Bir Woodstock ’69 programına bakın bir de Coachella 2019’a, müzikalite ve çeşitlilik açısından büyük bir gerileme olduğunu göreceksiniz. Aynı durum sinema için de geçerli. Yeni ve özgün filmler yok denecek kadar az. Ortalık süper kahraman filmlerinden geçilmiyor. Hazır kitlesi olan bir çizgi roman filme alınıyor. Sonra devamı çekiliyor. Sonra öncesi çekiliyor. Sonra yeniden çevrimi yapılıyor… Sistem risk almayı sevmediği için aynı müziği, aynı sinemayı, aynı kitabı çevirip çevirip bize satıyor. Bunun sebebi kültür sanat üretiminin kâr motivasyonuyla yapılması. Kâr elde etmek için, piyasanın belirlediği tarzda, siparişen yapılan ve üzerindeki bir fiyat etiketiyle raflara konan sanat, sanat değildir. Bir metadır. Şampuandan farkı yoktur.

Salvador Mundi’yi 450 milyon dolara satın alan Suudi prensi Bin Salman, tabloyu özel yatına koymuş. Kapitalizmde sanat zenginler tarafından satın alınıp ofise, malikaneye, ya da tuvalete konuyor. Sanat değeri için de değil, ya yatırım değeri için ya da gösteriş için. Mesela Diego Rivera, sanatın zenginlerin evinden çıkıp herkese ulaşması gerektiğini düşünürdü. Bu yüzden de sokak duvarlarına ve binalara freskler yaptı. Emeğinin karşılığını devlet, dolayısıyla halk öder. Nihayetinde de kamusal alanlarda sergilenir ve sanat satışa konmaz.

“Türkiye’de eğitim ve akademi yokuş aşağı”

 – Bir yazınızda “Grievance Studies” vakası üzerine: “günümüz akademisindeki neoliberal dinamikler, kaliteli yayın yapmanın önünü tıkıyor. Hem ideolojik/siyasi motivasyon hem serbest piyasa mekanizması hem de doçentlik sisteminin kurgusu -ki bunların hepsi birbirini besliyor- post-modernizm kılıfı altında bilimin suiistimal edilmesine zemin hazırlıyor” diyorsunuz. Türkiye’deki akademik ortam, yazılan makaleler, tezler vb. bu suiistimallerden âzâde mi?

A.A.: Türkiye’de eğitim ve akademi yokuş aşağı gidiyor. Her geçen yıl önümüze gelen öğrenci kalitesi düşüyor. Öğrencilerin fazla bir kabahati yok. Yapboz gibi üç yılda bir sistem değiştirilirse olacağı bu. Akademi zaten, YÖK’ten beridir, hep problemliydi. Performans kriterleri, proje baskısı, kısa süreli sözleşme gibi neoliberal politikalar durumu iyice kötüleştirdi. Bugün akademik araştırma, insanlığa ve bilime katkı yapmak için değil kontrat kriterlerini tutturmak için yapılıyor. Bu da beraberinde müthiş bir yabancılaşma getiriyor. Sonuçta da turistik konferanslar, kota doldurmak için yazılan makaleler ve iş olsun diye çıkarılan hakemli dergiler ile birlikte kalitesiz bir akademik ortam oluşuyor. Son 17 yılda yüzden fazla yeni üniversite açıldı, çoğu özel. Türkiye’de bilimin aynı oranda ilerlediğini söyleyebilir miyiz?!

“Kapitalizmde çok para kazandığınız müddetçe gerçekte ne yaptığınızın hiç önemi yoktur”

– Toplumsal/kültürel statü olarak sosyalizmde Yuri Gagarin bir figür iken, kapitalizmde Kim Kardashian ya da Muhtar Kent nasıl bir figür olabiliyor?

A.A.: Sosyalizme getirilen eleştirilerden biri şudur: Tamam kapitalizmde hiyerarşi ve eşitsizlik var ama sosyalizmde de mutlak bir eşitlik yok; sonuçta birileri, mesela parti elitleri veya üst düzey devlet memurları, sıradan vatandaşlardan daha fazla statü sahibi olurlar; yani eşitsizlik sosyalizmde de vardır, sadece farklı bir düzlemde.

Doğru ama sosyalizmde kişiler uzman oldukları alanlardaki başarılarına göre mükafatlandırılırlar. SSCB’de Yuri Gagarin veya Dmitri Shostakovich alanlarında başarılı oldukları için madalyalar aldılar, heykelleri dikildi ve toplumsal birer figür oldular. Para hiçbir zaman belirleyici faktör ya da ölçüt olmadı. Fakat günümüzde her şey dönüp dolaşıp bir şekilde paraya indirgeniyor. Kapitalizmde bütün hiyerarşik statüler, mükemmel bir şekilde olmasa bile, büyük ölçüde parasal hiyerarşiyle aynı hizadadır. Muhtar Kent, Coca-Cola’nın CEO’su. İş dünyası dergilerinde her sene en etkili Türkler arasında yer alır. Çünkü çok para kazanıyor. Aslında insanlara şekerli, siyah, kanserojen su satıyor. Ama kapitalizmde çok para kazandığınız müddetçe gerçekte ne yaptığınızın hiç önemi yoktur. Bill Gates, Elon Musk, Steve Jobs, Jeff Bezos vesaire hep çağımızın idol figürleri. Halbuki hepsi devletten ihale alarak, vergi kaçırarak, rekabet yasalarını delerek, türlü cambazlıklarla zengin olmuş üçkağıtçı işadamları.

Mesela Kim Kardashian çekici fiziğiyle popüler olup para kazanmaya başladı. Ardından o parayla kendi parfüm markasını çıkardı, sonra moda şirketi açtı, Hollywood filmlerinde oynadı, televizyon yıldızı oldu vesaire… Hülya Avşar; sinema oyuncusu, şarkıcı, manken, program sunucusu, dergi sahibi, gayrimenkul yatırımcısı… Veya İbrahim Tatlıses şarkıcı olarak elde ettiği statüyü lahmacun zinciri haline gelmek için kullandı. Donald Trump, hem gayrimenkul yatırımcısı hem televizyon programı sunucusu hem yazar hem siyasetçi… Bunlar birbirini besliyor; yani kapitalizmde bir statü diğerini satın alabiliyor. Sosyalist toplumlarda birinin yazar olarak gördüğü itibar ile sporcu olarak gördüğü itibar birbirinden bağımsızdır. Dolayısıyla Yuri Gagarin astronot olarak elde ettiği popülerliği kullanıp şarkıcı olmuyor ya da araba galerisi açmıyor. Herkes kendi alanındaki başarısı ölçüsünde toplumsal statü elde ediyor. Bu şekilde gelen statüye çoğu kişinin itirazı olmayacağını düşünüyorum. Valentina Tereshkova’nın saygınlığına kim neden itiraz etsin? Ama Steve Jobs, Acun Ilıcalı ya da Arda Turan için aynı şeyleri söyleyemeyiz.