Sınıf Tavrı stratejisi

Uluslararası düzlemde geçerli olan “böl-yönet” yöntemine analojik olarak, emek-sermaye mücadelesinde de toplu değil, birey olarak emeği karşıla ve çaresizliği içinde üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırarak kârı yükselt görüşü başat kılınmıştır. Kısacası birey olmakla özgür olunmuyor; “ormanın içinde ağaç” olarak özgürlük yaşanır!

“Sınıf tavrı” ifadesi ilk çözümleme aşamasında iki durumu ortaya koyar. Bunlardan birincisi sınıf tavrının oluşum nedeni olarak, belirli sosyal kesimin bazı nedenlerle politik bir tavır ortaya koyma gereksinimi duyduğu gerçeğidir. Sınıf tavrı ifadesi ikinci görünümüyle de, ortaya koyulan bu tavrın belirli hedefe karşı mücadeleye girmeyi göze aldığını ima eden hedefe yöneliş gerçeğini yansıtır. Böylesi geniş yaklaşım bir yazı boyutunu aşacağından, konuyu parçalara ayırarak, birkaç yazıda kafamdaki konuları dostlarla tartışmak istiyorum. Hemen şu ayırımı, aynı zamanda da kısıtlamayı yapalım ki, kafamdaki tartışma stratejisi, sistemsel bakış açısından içsel ve dışsal olarak iki aşamalıdır. Bu yazıda, yerin müsaade ettiği kadarı ile içsel mücadele alan ve stratejisinde bazı konulara değinmekle yetineceğim.

Konunun özünün, tabanda sınıflar arasındaki tarihsel mücadele olgusunun yattığı düşüncesi üzerine inşa edildiği görülmektedir. İlk bakışta yanlış olarak algılanmayan ve fakültelerimizde Çalışma Ekonomisi anabilim dalının da konusunu oluşturduğu bu alan, Esping Andersen’in de metalaştırmama ya da metalaştırma derecesini hafifletme veya azaltma (decomodification) olarak tanımladığı, emekçinin ücret ve diğer çalışma koşullarına yansıyan sömürünün hafifletilmesi meselesi şeklinde, bence anlamsız ve kafaları karıştırırcasına karşımıza çıkmaktadır. Evet, emekçinin yaşam koşullarının iyileştirilmesi amacı doğrultusunda metalaştırmanın hafifletilmesi bir ilk hedef olabilir. Ücretlerin makul düzeye çekilmesi, çalışma koşullarının güvenli ve sağlıklı olması vb. gibi ücret ve yan ödeme dışı iyileştirmeler için mücadele anlamlı ve yerindedir.

Ancak birinci aşama mücadele olarak görülebilecek olan bu alan sistemi koruyan, sistem-içi mücadele alanı olup, sistemin denetiminde emekçiye karşı aldatıcı olarak da kullanılabilir olduğu gibi, bir dizi aldatmaca ve riskleri de barındırır. Bir kere, işin felsefesini uzun vadeli mücadelelere bırakarak bu aşamayı ele alırsak, sermayenin açtığı alan kadar sıkı pazarlıklar ve ekonomik koşulların elverdiği ortamlara bağlı olarak bağlanan olabildiğince makul hatta yüksek ücretler metalaştırmanın hafifletilmesi işlevi görebilir olmakla beraber, aynı zamanda da emekçinin ruhunu teslim alarak uzun erimli mücadelelerden emekçileri uzaklaştırıcı role sahip olduğu görülür. Avrupa sathında İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde uygulanan sosyal politikaların emekçileri ne şekilde uyuttuğunu 1980 politikaları ile görerek uyandık. Şöyle ki, sosyal politika dönemlerinde de sömürünün varlığı sermayenin birikim yaparak makineleşmeyi hızlandırmış olması ile anlaşılıncaya kadar uyuyan emekçiler, makineleşme sonucunda ve kârların gerilemesiyle işsiz kalarak ancak durumu anlar hale geldi. Ne var ki, artık çok geçti; sahnede neoliberal uygulayıcıları Thatcher ve Reagan vardı! Hangi dönemde ve aşamada olursa olsun, her kapitalist üretim süreci sömürüye dayandığı için, sosyal demokrasi politikalarının uygulandığı dönemlerde de süreç sermaye birikimine katkıda bulunarak sermaye bileşiminin emekçiler aleyhine yapılandırılmasında sermaye lehine çalışır. Kısacası, sosyal politikalara da bel bağlamadan, bu politikaları da özünde sermaye yanlı ve kısa vadeli olarak görme basiretini edinmek gerekir.

Sınıf bilinci mücadele alanını devlete karşı kullanmanın tek etkili aracı asgari ücret ve düşük gelirler üzerindeki vergi yükünü kaldırmak olarak telaffuz edilebilir. İlk bakışta fevkalade makul ve yerinde görülen bu mücadele alanı da devlete karşı değil, aslında ve özünde sermaye kesimine karşıdır. Bunun sebebi, asgari ücret ve düşük gelirliler üzerinden kaldırılması önerilen vergilerin kaldırılması durumunda vergi yükünün sermaye kesimine yansıyor olacağıdır. Günümüzde sermaye kesiminin emek üzerindeki verginin kendileri tarafından ödendiği, emekçilere yük yıkmadığı savı ise kesinlikle doğru değildir. Şöyle ki, işverenler maliyet hesaplarına emek maliyeti olarak emekçiye ödenen safi ücreti değil, vergi de dahil olarak gayri safi tutarı muhasebeleştirirler. Böylece satış maliyetine yansıyan emeğin brüt maliyeti fiyatlar yoluyla tüketiciye yansıtılırken sermayedarlar emek üzerindeki vergiden de sıyrılmış olur. Buna rağmen sermaye kesiminin yaygara koparmasının sebebi, emek üzerinde gözüken verginin kaldırılmasıyla yükün sermaye üzerine geleceği ve bunun yansıtılmasının diğeri kadar kolay olmayacağıdır. Bundan dolayıdır ki, emek ve düşük gelirliler üzerindeki verginin hafifletilmesi siyasetçiye milyonların oyunu getireceği halde, bu yolda hiçbir çaba sarf edilmemektedir. İşte emekçinin anlaması gerektiği konu budur! Bu oyunu anlayan emekçilerin siyasi kadroya karşı en güçlü mücadelesi siyasi tabanda olur. Toplumun sermayeden çok daha büyük ve yaygın kesimini oluşturan emekçiler sandık başında siyasilere mesajlarını verebilecekleri gibi, bu yolda salınacak korku devlet mekanizmasının bir yüzünü de emekçilere dönmesini sağlayabilir. Kapitalist devlet yapılarının birincil görevi sermaye birikimi amacıyla sermaye sahiplerini desteklemek olmakla beraber, sistemin meşrulaştırılması ve emekçilerin olduğu kadar genel halkın güvenini sağlamak amacıyla da diğer kesimlere destek sağlaması söz konusudur. Bu alanda emekçilerin mücadele ruh ve direncini kırabilmek için, ülkemizde de görüldüğü üzere, milliyetçilik ya da dincilik gibi hamasi ya da kutsal duygulara yönelik mesajlar verilir. Devletin söz konusu alanlarda dolaşarak çevreye mesaj vermesinin yanlışlığı laik devlet anlayışı ve dış ve iç sorunların barışçıl yollarla çözülmesi gerektiği şeklindeki anayasal felsefe ve ilkelerinin yaygınlaştırılması ile anlaşılabilir. Ne var ki, bu yöndeki mücadele ve iletişim de özellikle henüz sanayileşmesini tamamlayamamış ve emekçi kesimin gerçek anlamda proleterleşmediği, kent yoksulunu oluşturmadığı toplumsal yapılarda bir hayli güçtür. Mücadele de güçlüklere karşı yapılır.

Sınıf tavrı mücadelesinde karşılaşılacak diğer bir sorun da neoliberal politikalarla sınıf kavramı anlamının boşa çıkarılması ve içinin boşaltılması ile ilgilidir. Neoliberal politikaların bireyi alt-kimliklerle tanımlayıp birey olarak yansıtması sınıf etrafında birleşmelere ciddi balta vurmuştur. Kimlik farklılıkları, inanç farklılıkları vb gibi türlü sosyal ve politik farklılıklar emekçilerin bir çatı altında tek kimlikle toplanmaları önünde ciddi engel oluşturmuştur. Kapitalizmin farklı yakalılar ayırımı da neoliberalizmde öncesinde emekçileri bölmede çok etkili olmuştur. Neoliberalizmin dilinden düşürmediği birey kavramı kutsaldır, ancak bu yolla bölünen sınıflar mücadele ruh ve gücünü yitirmektedir. Uluslararası düzlemde geçerli olan “böl-yönet” yöntemine analojik olarak, emek-sermaye mücadelesinde de toplu değil, birey olarak emeği karşıla ve çaresizliği içinde üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırarak kârı yükselt görüşü başat kılınmıştır. Kısacası birey olmakla özgür olunmuyor; “ormanın içinde ağaç” olarak özgürlük yaşanır!

Şimdilik ufukta dahi görülmemekle beraber, bazı ileri ülkelerde olduğu kadar bizde de dillendirilen “temel vatandaş aylığı” gibi kavramlar da emekçileri bölmeyi ve mücadeleden uzaklaştırmayı amaçladığı gibi, bizzat kapitalizmin yarattığı işsizlik ve yoksulluk karşısında ciddi bir çare olarak topluma sunularak, kapitalizmin sömürü süresin uzatılmaya çalışılmaktadır.

Şimdilik burada duralım, gelecek sefere görüşmek üzere.