Şiddetin toplumsal anatomisi*

Kadına yönelik şiddet, toplumsal yaşamı doğrudan etkileyen egemen siyasal kültürün kodlarından ayrı değil. Erkeğe kadın üzerinde mülkiyet hakkı tanıyan zihniyet, medya yoluyla sürekli yeniden üretiliyor…

Ceren Özdemir’in gencecik yaşında katledilmesi, beyniyle düşünmeyi, yüreğiyle hissetmeyi bilen herkesin vicdanını kanattı. Ceren’in modern dış görünümü, bale yaparken çekilen fotoğrafları, kadın ölümlerini kendi meşrebince haklılaştıran yobazlar tarafından bir kez daha cinayetin hafifletici sebepleri olarak sayıldı.

Kendi gibi giyinmeyeni; yiyip, içmeyeni ötekileştirenler, şiddete uğrayanlar için “hak etmiş” diyerek hüküm verebiliyorlar. Şiddete yönelik toplumsal ve yasal yaptırımların yetersizliğinin yanı sıra iktidar sahiplerinin cılız tepkileri de sorunu önemsizleştiriyor. Öte yandan medya, şiddeti bir ifade biçimi olarak gündelik yaşamda meşru hale getiriyor. Giyimi ya da yaşam tarzı üzerinden kadına sınır çizen erkek egemen iki yüzlü ahlak anlayışı, başta siyasal rol modellerin ve sözde kanaat önderlerinin söylemleriyle medya üzerinden kitlelerin zihnini bulandırıyor. Ötekine karşı şiddeti adeta meşrulaştıran  bu yaklaşım, toplumu zehirliyor. Kadınların şiddeti protesto etmek için yaptığı yürüyüşün polis şiddetine maruz kalması ile kadına yönelik şiddetin sürüp gitmesi arasındaki ilişkiyi insanlar sorgulamıyor. Sebep sonuç ilişkisinden bihaber olan kitleler, olaylar arasında bağlantı kuramıyor. Gündemin “ışık hızıyla” değişmesi de toplumsal hafızayı köreltiyor. Düne ait olan her şey çabucak unutuluyor. Toplum, yeni doğmuş bebek gibi  her sabaha hafızasız uyanıyor; ölümlere de, kötülüklere de ilk kez oluyormuş gibi bakıyor. Erkekler tarafından infaz edilen kadınların isimleri bir süreliğine sosyal medyanın belleğinde kalıyor. Ne ki, unutmanın normalleştiği bir yaşam acımasızca sürüp gidiyor.

Üstüne yalaka, astına falaka

Kadına yönelik şiddeti, toplumsal yaşamı doğrudan  etkileyen egemen  siyasal  kültürün kodlarından ayrı düşünemeyiz. Erkeğe kadın üzerinde mülkiyet hakkı  tanıyan zihniyet, medya yoluyla sürekli yeniden üretiliyor. İktidar sahiplerinin eril nobranlığı, aile ve iş ortamındaki ilişkilere de yansıyor. Güçsüz konumda olanın “eğer hak ediyorsa” güçlü tarafından cezalandırılması doğal karşılanıyor. Bu bağlamda toplumsal kurumlardaki her türlü hiyerarşik ilişki, “üstüne yalaka; astına falaka” formülüyle işliyor.

Kendinden olmayanı ötekileştiren, aşağılayan ve hatta yok sayan  iktidar dili, toplumsal şiddeti de kışkırtıyor. Gözdağı vermek için gazetecilerin mafyatik yöntemlerle dövülerek cezalandırılmasından tutun da, iktidar muhalifi siyasetçilerin, sanatçıların, sivil toplum temsilcilerinin yargı sopasıyla cezaevlerinde rehin tutulmasına kadar bir dizi uygulama, ne yazık ki hukuk dışı iklimi sokaktaki insanın zihnine kazıyor. Kendi adaletini kendi sağlama yaklaşımı da bu iklimden besleniyor. Ana muhalefet partisinin liderine yönelik suikast girişiminin bile cezasız kaldığı; dahası profesyonel suçluların neredeyse ödüllendirildiği bir toplumsal ortamda, insanların  hukuk sistemine olan güveni yerle bir oluyor. Toplumu, benden ve benden olmayan biçiminde ayrıştıran iktidar sahiplerinin tekçi anlayışı sokaktaki insanı da taraf olmaya zorluyor.

İktidar, namlı bir mafya liderinin yanı sıra yıllar önce uğradığı mafyatik saldırıyı ağır hasarla atlatan bir arabesk türkücünün desteğinden bile medet umuyor. Hukuk düzenimiz ise yurttaşa karşı işlenen şiddet suçlarını değil, “devlet büyükleri”ne karşı işlenen sözlü veya yazılı ifade suçlarını tehdit olarak görüyor. Demokratik toplumlarda sözcükten, söylemden bu denli irite olan bir iktidar anlayışıyla karşılaşmak olanaksızdır. Hapishaneler, toplum yararına katma değer üretebilecek  muhalif  beyinlerle tıka basa dolduruluyor. Tıpkı Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde olduğu gibi  siyasi muhalifler adeta rehin alınıyor.

Güvenlik güçleri, enerjilerinin önemli bir kısmını parti devletinin muhaliflerini avlamak için seferber ettiği için adi suçluların özgürlük alanı da durmadan genişliyor. Firar etmeleri riski  göz önünde bulundurulduğu için olsa gerek Osman Kavala, Silivri Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda; Selahattin Demirtaş ise  Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutuluyor. Buna karşılık yarı açık cezaevine konulan Ceren’in sabıkalı katili iki kez firar edebiliyor; dahası son firarında, nüfusu yaklaşık 750 bin olan küçük bir ilde elini kolunu sallayarak günlerce dolaşıp  “avını” arayabiliyor. Bu ihmalin idari sorumluları ciddiyetle soruşturulacak mı; yoksa olay, her şeyin soğutucusu olan zamana mı bırakılacak bilinmez? Büyük bir olasılıkla yetkililer, cinayetin nedenini failin psikopat kişiliğine bağlayarak kadına şiddeti bugüne kadar olduğu gibi münferit olaylar olarak  gösterme  kolaycılığına sığınacak. Bir diğer sığınma kolaycılığı da şiddet olaylarının zaten her dönem var olduğunu; günümüzde sosyal medya nedeniyle daha çok görünür olduğunu savlamak. Ne ki böyle olduğunu kabul etmek, iktidar sahiplerinin sosyal sorunları çözme sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor. Bir sorunu çözmek için önce onun varlığını kabul etmek gerekiyor. Hiçbir gerçek, biz görmüyoruz veya  bize gösterilmiyor diye yok olmuyor.

Ölmek ve öldürmek artık sıradanlaştı

Son aylarda sıkça görülen yeni bir şiddet türü de kişisel ve toplu intihar olaylarıdır. Özellikle orta sınıfa mensup ekonomik şiddet mağdurlarının başvurduğu “kendine yönelik şiddet” ne yazık ki giderek salgınlaşıyor. Yaşamı değil ölümü kutsayan egemen zihniyetin savaşçı ve düşmanlaştırıcı söylemleri ölmeyi ve öldürmeyi sıradan hale getiriyor.

Her ne pahasına olursa olsun iktidarını sürdürmek dışında hiçbir siyasi, sosyoekonomik ve insani hedefi kalmayanlar, çoğu kadın cinayeti failinin itkisi olan “ya benimsin ya toprağın” anlayışıyla artık yurttaşlara da şantaj  yapıyor… “Türkiye’yi sevmeyen bizi de sevmiyor” haksız söylemi bu duruma işaret ediyor. İktidar sahiplerinin ülkeyi kendi malı gibi görmesiyle erkeğin kadını kendi malı gibi görmesi arasındaki zihniyet ortaklığı tesadüf olamaz. Türk toplumu, fikren ve zihnen hasta edilmiştir. Cinnet toplumuna ramak kala devletin ve iktidarın bekası gitgide anlamını yitiriyor. Eğer toplum sağlığını yitirmişse devletin geleceği de tehdit altındadır. Toplumu ivedilikle iyileştirecek barışçıl ve insancıl yepyeni bir iktidar zihniyetine gereksinim vardır. Henüz aklı başında olan herkesin imdat deme zamanı gelmiştir!

* “Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi” adlı oyunun yazarı merhum Oktay Arayıcı’nın değerli anısına saygıyla.