Çıkış kapısı soldan

KADEM denen “derneğin” altında kadın mücadelesine adeta hakaret eden iktidar mensupları kız kardeşiniz mi? “Bir kereden bir şey olmaz” diyen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı kız kardeşiniz mi? Birçok fabrikada, işyerlerinde emek sömürüsünün başındaki patron kadınlar kız kardeşiniz mi? Kadın üniversiteleri fikrine destek veren iktidar yanlısı kadınlar kız kardeşiniz mi?

Çıkış kapısı soldan
Güneş Doğan

Bu yazının konusunu belirleyen gündemler, yazının kapsadığı alanları anlatmakta elbette yetersiz kalacak. Bundan ötürü, anlatacak bir şeyleri olan herkes gibi, okuyucudan isteğimiz sabırla, sonuna kadar, yargılarını bir kenara bırakarak anlatılmak istenene odaklanmasıdır. Bu yazı, özelden genele doğru hem tarihsel hem güncel bir problemin nasıl ele alındığının eleştirisi, nasıl ele alınması gerektiğinin ise vurgusu niteliğinde yazılmıştır. Gerekli yerlerin altını çizdiğimize göre başlayabiliriz.

Kadın mücadelesini tekrardan gündeme getiren bir günü arkamızda bıraktık: 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü. Bugünün önemi hem tarihselliğinden hem de karşısında durulan durumun güncelliğinden kaynaklanıyor. İsminden de anlaşıldığı üzere birçok ülkede sokağa çıkılan bu gün, eylemcilerin gülüp oynadığı bir bayram havasında geçmiyor ne yazık ki. Tersinden, gericiliğin; piyasacılığın, sömürünün kaybettirdiği kadınların isimleri dillerde, fotoğrafları ellerde ve bu rahatsızlıkla, kaygıyla, korkuyla insanlar meydanlarda. İçinde yaşadığımız yüzyılın, kadına yönelik şiddete, istismara dair istatistiklerin her geçen gün yükseldiği bir zaman dilimi olması ise ne bir tesadüftür ne de Emine Erdoğan’ın aynı gün yaptığı, “Kadına yönelik şiddetin arttığına dair bir algı var.” sözleriyle örtülebilir. Evet, söz Emine Erdoğan’a da gelecek fakat henüz değil. Hal böyleyken, biz somut durumun somut tahlilini yapalım ve bu bir algı oyunu mu, gerçeklikse bir rastlantı mı buna bakalım.

Siyaseti ve insanların sürüklendiği karamsarlığı aktörlere atfederek bir yere kadar gelebiliriz fakat bugünkü arzumuz biraz daha, kadına yönelik şiddeti nedenleriyle anlatabilmekten yana. Bize derine inme şansı vermeyecek iktidar eleştirisinin elbette yeri bu yazıda mevcut fakat evi anlamaya çatısından değil temelinden başlamak da mühim. Doğru cevabı bulmak için doğru soruları sormak gerektiğini biliyoruz. O zaman soruyoruz: Kadının ismi tarihe “kadın kimliğiyle” mi yazıldı, sınıfsal kimliğiyle mi? Yani, mücadele sınıf kardeşleriyle mi yapılır, kız kardeşlerle mi? İşte pusulamız bu sorulardır.

Bilindiği üzere sömürü, özel mülkiyetin ortaya çıktığı tarım devrimi sonrasında insanlık tarihine girmiş bir kavram. Uzatmadan açmak gerekirse, avcı toplayıcı bir hayat süren insanlık, bereketli ve yağış alan topraklarda bulunduğu süreçte yerleşik hayata geçmiş, ekme biçme işlerini öğrenmeye başlamıştı. Diğer topluluklarla girilen ve kazanılan savaşlarda esir düşen insanların kendilerine katılması ya da öldürülmesi durumuysa, toprakta çalışacak insan ihtiyacıyla birlikte kölelik olarak şekil değiştirmişti. Bu bilgilerin konumuzla ilgisi ise, toplumu eşitlikten uzaklaştıran bir kavramın daha özel mülkiyetle birlikte insanlık tarihinde yerini bulmasındadır: Miras. Mirasın önemi, o güne kadar bildiğimiz anlamıyla bir aile kurumuna sahip olmayan topluluklarda erkeği ön plana çıkarmasında yatıyor. Doğan çocuklara kabilenin çocuğu olarak bakan topluluklar, miras faktörüyle birlikte çocuğun kimden olduğunu önemsemeye başlamış; bu durum bugün bildiğimiz aileyi oluşturmanın ilk adımı olmuştu. Yani toplumun üretim ilişkilerindeki değişiklik, insanların aralarındaki ilişkilerden tutun, hukuklarına kadar her yere sirayet etmişti. Marksizm bunu; altyapı-üstyapı ilişkisi olarak nitelendirdi. Toplumdaki ahlak değerlerinin, hukukun, kültürün, insan ilişkilerinin ve daha birçok yansımanın (üstyapı) o toplumun üretiminin niteliğinden ve kimler tarafından yapıldığından (altyapı) doğru belirlendiğini söylemesi, bugünkü sömürünün nedenini anlamak açısından mühimdir. Bu durumda ticaret ve para erkeğin eline geçmiş bu ise kadının geri planda olduğu bir süreci getirmiştir. Bunların hepsi üretim ilişkilerindeki değişiklikten meydana gelmiştir. Bu vurgunun nedenine tekrardan geleceğiz.

Kadınların sömürüdeki yerine değinmeye çalıştık, şimdi ise mücadelede tarih sahnesine çıkışlarına bir bakalım. Tarihte bilinen ilk kadın eylemi bu topraklarda, 1828’de yaşanmıştır. İzmir’de ekmek zamlarına karşı sokakları işgal eden kadınlar günlerce direnmiş ve zammı geri aldırmayı başarmışlardır. 8 Mart 1857’de tekstil fabrikasında greve çıkan, 19. yüzyılda ekmek ve gül talebiyle sokaklara dökülen, Fransız Devrimi’nin fitilini ateşleyen, Çarlık boyunduruğundaki Rusya’da yüz binleri uyandıran eylemlerde kadınlar, emek düzleminde bir araya gelmiş ve tarihin ilerlemesinde yerlerini almışlardı. Çünkü artık “emeğin” bir parçası olmuşlardı. Sömürüye kurban giden, yani ödenmeyen, bir bakıma çalınan emeğin… Saatlerini atölyelerde, fabrikalarda geçiriyorlardı ve üzerine kurulan ataerkil düzen yüzünden ev içi işler omuzlarına biniyordu. Toplumsal üretime katkıları olmasına rağmen toplumsal hayatta söz hakları yoktu. Bu sürecin yine bir tesadüften ibaret olmadığına, üretim ilişkilerini ve bu doğrultuda toplumsal hayatı kökten değiştiren sanayi devrimine denk geldiğini not düşelim.

Gördüğümüz üzere kadınların eşitlik, özgürlük talepleri ne kimlik siyasetinden doğmuştur ne de kimlik siyasetiyle çözülebilir. Denizin altında ne varsa üstüne de o çıkar gibi bir benzetmeyle bakarsak, bugün karşılaşılan sorunların doğrudan kapitalizmle ilişkili olduğunu görebiliriz. Buna rağmen mücadelede çubuk bükülen yer, erkekleri varoluşsal bir tahakküm sevdalısı, doğalında tecavüzcü ve katil olmaya mahkum eden bir bakışa sahiptir. Kadın mücadelesi sınıfsal bağından öyle koparılmaya çalışılmaktadır ki, yukarıda da bahsettiğimiz, tekstil işçisi kadınların ölümüne sebep olan ve Ekim Devrimi sayesinde “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” ismiyle anılmaya başlanan 8 Mart’tan emekçi kelimesi çıkarılmıştır. 8 Martlar, 25 Kasımlar feminist eylem alanlarına dönmüştür. Tüm bunların bir yere varmak; bir şeyleri değiştirmek konusunda yetersiz kalacak kimlik siyasetini güçlendirmek adına yapılmasının önüne ise “özgürlük” perdesi çekilmiştir. Kadınların problemlerinin kadın erkek çatışmasına indirgendiği, erkeklere isyanın özgürlük getireceği yanılsamasına düşüldüğü gün gibi ortadayken yaşanan sorunların çözümüne hiç de yaklaşmayan bu harekete sıkışıp kalmasının elbette birçok sebebi var. Bunlardan en belirleyicisi, hakim sınıf olan burjuvazinin ideolojisi liberalizm ve buradan doğru ülkelere darbelerle sokulan neoliberal politikalardır. İnsanları ortak paydası olan emek mücadelesinden uzaklaştırmak ve birbirine yabancılaştırmak için yükseltilen kimlik siyasetini birçok alanda görürken anlamından uzaklaştırılan günlerde pratik olarak deneyimliyoruz. Bu, kadınlar üzerinden bakıldığında, “Burjuva kadınlar dahil her kadın kardeşimiz, işçiler dahil her erkek hasmımızdır” cümlesine kadar varabiliyor.

Peki soruyoruz, KADEM denen “derneğin” altında kadın mücadelesine adeta hakaret eden iktidar mensupları kız kardeşiniz mi? “Bir kereden bir şey olmaz” diyen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı kız kardeşiniz mi? Birçok fabrikada, işyerlerinde emek sömürüsünün başındaki patron kadınlar kız kardeşiniz mi? Kadın üniversiteleri fikrine destek veren iktidar yanlısı kadınlar kız kardeşiniz mi? Burjuva sınıfına mensup olduğu için tecavüz suçundan yargılanan çocuğunun suçunu örtbas edebilen kadınlar kız kardeşiniz mi? Ülkeyi özelleştirmelere açtığı, parsel parsel sattığı, sermaye devletini hayata geçirdiği için gericiliği yükselten iktidarlara oy vermeye göz yuman ve hatta oy çağrısı yapan sermayedar kadınlar kız kardeşiniz mi?

Bizim değil! Biz biliyoruz ki, bugün kadınların yaşadığı problemler piyasacılıktan, sömürü sisteminden, gericilikten kaynaklanıyor. Yine biliyoruz ki bunun sorumlusu hem sermaye devletinin unsuru iktidar, hem kapitalizmin doğası, hem de buna ses çıkarmayan diğer burjuva partileridir. Siyaset arenasında emekçi kadının hakkını ancak emekten yana olan örgütler duyurabilir, problemleri ancak buralarda örgütlenen emekçiler çözebilir. Nefretin odağını değiştirerek sorunların esas kaynağını görmekten uzaklaştıranlara karşı mücadele buralarda mümkündür. Meydanları, mücadeleyi kadınların asıl kurtuluşu olan emek mücadelesinden uzaklaştıran ve sözünü gericilik, sermaye, sömürü karşıtlığından yana söylemek yerine kadını bir bedene indirgeyen pankartlarla donatanlara karşı, kapitalizmin ideolojisine karşı, nefretini insanı şekillendiren sisteme yöneltmek yerine erkeklere biyolojik bir kötülük atfedenlere karşı zapt etmeliyiz ve “kadın erkek el ele, sosyalist Türkiye!” şiarıyla yürümeliyiz. Kadının da, insanın da kurtuluşu tarihi ilerleten mekanizmada, değişen üretim ilişkilerinde, yukarıda da anlattığımız gibi…