Seçimlerden sonra beklenen: Reform

Öncülüğü üstlenmenin yolu önümüzdeki dönem krize karşı işçi sınıfı seçeneğini net bir biçimde ortaya koymaktan ve bu tavrı ete kemiğe kavuşturmaktan geçiyor. Bunun için, siyasal doğrultunun başına "kamulaştırma" seçeneği yazılmak zorunda. Aksi takdirde bir dönemin potansiyeli daha geride bırakılmış olur. Ancak bu sefer sadece potansiyel harcanmaz, aynı zamanda omurga da zayıflar

31 Mart mahalli idareler seçimleri geride kaldı. Seçim sonuçlarının, başta iktidar partisi olmak üzere, pek çok kesim açısından bazı şaşırtıcı yanlar taşıdığı aşikâr. Bu satırların yazıldığı anlarda iktidar partisinin bu şaşkınlığını gizlemek ve 25 yıllık “iktidar tekelini” teslim etmemek için her türlü yolu denediği görülüyor. Düzen siyasetinde alıştığımız sahnelerin tekrarlandığı bir seçimin ardından, İstanbul’daki sonuç ne olursa olsun, genel kanı Türkiye’de “normalleşmenin” başladığıdır. Özellikle sosyal demokratların 1989 seçimlerinin ardından ilk kez üç büyük kentte bir “seçim zaferi” kazanması, bu kesimlerde “bahar beklentisi” yaratmış durumda. Ancak tüm bu hengâme içerisinde bundan sonra ne olacağına ilişkin, tutarlı bir yanıt üretilmesi zorunludur.

Seçimlerin ardından yapılan ilk yorumun, “AKP’nin yokuş aşağı gidişine işaret ettiği” olması hiç kimseyi şaşırtmadı. Kimileri açısından bu sürecin “henüz başında olduğumuz” iddia edilerek, bu nokta bir olasılık olarak değerlendirildi. Olasılıkları değerlendirmenin bir sakıncası bulunmuyor. Siyasi iktidarların gerilemesi ve değişmesi her zaman bir “ihtimal” olarak bulunur ve seçimler sonrası bu değerlendirmeleri yapmak olağandır. Ancak bu değerlendirmelerin bir sınırını çekmek gerekiyor. Bu sınır düzen siyasetinin beklentileri ve seçimler sonrasında verdiği mesajdan çıkıyor. [1]

Sonuçların açıklanmasına başlamadan önce, düzen siyasetinin bir tür fetva kurumu gibi çalışan TÜSİAD’ın “reform” çıkışı, seçim sonuçlarının sermaye sınıfı açısından ne anlama geleceğini gösteriyordu. [2] Bu açıklamadan sonra Erdoğan’ın ilk konuşmasında “bundan sonra reformlara odaklanacağız” demesi fetva kurumu olarak TÜSİAD’ın “işini bildiğini” ispatlamış oldu. Herkesin dilinde olan “reformun” anlamı ve sonuçları ise iki açıdan yorumlanmalıdır.

Birincisi; reform çağrıları yalnızca düzen siyasetindeki “gerginlikleri” azaltmak için yapılmıyor. “Uzlaşı” ya da “kapsayıcılığın”, çoğu zaman bir neşter gibi kullanıldığı, “normal şartlar altında” gerçekleşmesi mümkün olmayan gelişmelerin önünü açmak için kullanıldığı bilinmektedir. Öyleyse, reform çağrısı sermaye sınıfının ihtiyaçlarının karşılanması ile ilgilidir. Kriz koşullarına giren sermaye iktidarının, reform çağrısı ile sermayenin ihtiyaç duyduğu kanı sağlanması beklenmelidir.

***
Aranan kanın ne olduğu “Yeni Ekonomik Program” ile geçtiğimiz yılın Temmuz ayında açıklandı. Sermaye açısından aranan kan, krizden sermayeyi en az zararla çıkaracak, faturayı emekçi halka kesecek ve sermayenin iç bileşenlerini değiştirecek anlayıştadır. Dolayısıyla, aranan kan emekçilere düşman politikaların yaşama geçmesinde saklıdır.

Yerel seçim sonuçlarının, genel seçim sonuçlarını “dengeleyici” bir özellik göstermesi de bununla ilgilidir. Böyle bir reform programının, aynı zamanda yerelde sermayenin yeniden üretimini güçlendirecek, toprak rantı ile elde edilen gelirleri “normalize” edecek, bir anlayışla hayata geçmesi daha olanaklıdır. Bu nedenle yerel seçimlerin ardından sermaye sınıfı, büyükşehirler ile merkez idare arasında farklılığı fazla önemsememiş, tersine “reform” çağrısını güçlendirici bir zemin olarak değerlendirmiştir.

Öte yandan, reform çağrısının ikinci yanı ise birinci yan ile aynı anda işleyecek “ters” yanlar barındırıyor. Kriz koşullarının, sermaye sınıfının ihtiyaç duyduğu dönüşümü sağlayacak zemini yaratma potansiyeli ile “çelişkinin keskinleşmesi” arasında zıt güçleri devreye sokacağı açık. Bu zıt güçler, hem “sınıf içi çekişmeyi”, hem de “sınıflar arası çekişmeyi” gündeme getirmektedir. Nitekim krizle birlikte enflasyon karşısında gerileyen ücretler sınıflar arası mücadeleyi gündeme getirirken, aynı zamanda “iflas eden” şirketlerin ya da endüstrilerin yerini kimin alacağı mücadelesi de kızgınlaşmaktadır.

Bu durumun yaratacağı olasılıkların başında işçi sınıfı mücadelesinin yükselme potansiyelidir. Ancak şimdilik bu potansiyelin “durgun” halde olduğunu ve harekete geçmek için doğru politikayı beklediğini ifade etmek gerekiyor. Zira bu potansiyelin hayatla buluşmasının önünde hem siyasal, hem de ideolojik engeller bulunuyor. AKP karşısında yerellerde “dengeleyici güç” olarak ortaya çıkan Millet İttifakı’nın “demokrasi programı” siyasi olarak “alan kapatma” işlevi görüyor. Öte yandan, ideolojik olarak sınıf mücadelesinin geri bir noktada mevzilenmesi ve “ekonomik mücadele” kapsamında kalması da diğer bir zorluktur.

Zorlukları aşmanın yollarından biri sınıf siyasetinin kendi kanalını açmasından geçmektedir. Böyle bir kanalın istenildiğinde seçimlerde dahi kendine yer bulduğu Maçoğlu pratiğinde kendini göstermiştir. Öte yandan, bu iddianın asıl taşınması gereken yer büyük kentlerin merkezleridir. Burada ise “sanayinin” merkezlerinin dikkatle değerlendirilmesi ve işçi sınıfı hareketinin burada güçlenmesi zorunludur. En azından öncü çıkışın burada olacağı bilinmek zorundadır.

Öncülüğü üstlenmenin yolu önümüzdeki dönem krize karşı işçi sınıfı seçeneğini net bir biçimde ortaya koymaktan ve bu tavrı ete kemiğe kavuşturmaktan geçiyor. Bunun için, siyasal doğrultunun başına “kamulaştırma” seçeneği yazılmak zorunda. Aksi takdirde bir dönemin potansiyeli daha geride bırakılmış olur. Ancak bu sefer sadece potansiyel harcanmaz, aynı zamanda omurga da zayıflar.

Bizden söylemesi…

Notlar

[1] Konu dışı bile olsa, Perinçek’in seçimlerin ardından siyasi iktidara devam şansı tanımadığı açıklamasının ve hemen ardından gelen “Hükümette görev almaya hazırız” çağrısı, bu sınırın ifrat ve tefrit sınırını oluşturuyor. İfrat ve tefritin diğer siyasi güçlerin çağrılarıyla uyumlu olması dikkate değer olsa da, bizce “işin o kadar uzun boylu” olmadığını gösteriyor.

[2] https://t24.com.tr/haber/tusiad-turkiye-icin-yeni-reform-donemi,814805