Sarısıyla, Amerikanıyla büyük kuşatma ve sınıf sendikacılığı

Sarısıyla, Amerikanıyla büyük kuşatma ve sınıf sendikacılığı

25-08-2019 10:50

"İşçi sınıfının güncel/tarihsel bağlamda kaybettiği bu mevzileri yeniden kazanması, ancak ve ancak sermaye sınıfının egemenliğindeki devlet aygıtına, ideolojisine, siyasetine ve uzlaşmacı uzantılarına karşı yürütülecek amansız bir sınıf siyaseti ve sendikacılığı ile mümkündür."

Hakan Yerlikaya

Ekonomik krizin işçi sınıfı üzerindeki yüklerini giderek arttırdığı ve hissettirdiği bir dönemeçten geçerken, krizin etkileri karşısında sınıfın verili durumu ve bunun doğal bir uzantısı olarak sermayeye karşı örgütlü mücadelesi büyük önem arz ediyor.

Sendikalar veya sendikal hareketin bugününe baktığımızda karşımızda duran tablo hiç te iç açıcı değil. Bugün karşı karşıya kalmış olduğumuz bu durumu, tek başına bugüne veya yakın geçmişe projeksiyon tutarak açıklamanın sınırları var. Bu açıdan sendikal hareketin daha doğrusu sınıf sendikacılığının geçmişten bugüne giderek zayıflamasında etkin rol oynayan sarı sendikacılık ve Amerikan sendikacılığı üzerine tarihsel bir değerlendirme yapmak faydalı olacaktır.

Elbette ki sosyalist siyasetin ve sınıflar mücadelesinin gelişimi, etkisi ve seyriyle doğrudan bağını unutmadan…

Adeta işçi sınıfının göğsüne saplanmış bir hançer olan yukarıda değindiğimiz  ”sendikacılık” modellerinin en sarih örneklerini ülkemizde görmeye devam ediyoruz.

Biz öncelikle sarı sendika kavramının ortaya çıkışına yani kökenine bakalım, sonra Amerikan sendikacılığına da değinerek devam edelim.

Nedir bu sarı sendika?

Neden kızıl ya da beyaz değil de sarı sendika?

Bu söylem ya da tanımlamanın kökenine ilişkin farklı birkaç kaynak olsa da bunlar içinde Pierre Brizon’un ‘’Emeğin ve Emekçilerin Tarihi’’ kitabında yazdıkları en güvenilir kaynak olarak kabul edilmektedir.

“Sarı sendika” söylemi ilk kez 1899 yılında Fransa’nın Le Creusot bölgesinde gerçekleşen ve sosyalistlerin etkili olduğu bir grevin ardından dillendirilmeye başlanıyor.

Patronlar tarafından işçilerin örgütlü mücadelesini ve bu mücadelenin grev gibi en güçlü silahını etkisiz kılmak, sınıfın birliğini parçalamak ve sosyalistlerle ilişkisini kesmek üzere kurulan bu ”sendika” faaliyetlerini sarı bir binada yürütüyordu. Sendika işçiler arasındaki örgütlenme faaliyetlerinde kullandığı ‘’sarı’’ isimli bir de gazete çıkarıyor, benimsediği sendikal anlayışı da bu yolla örgütlemeye çalışıyordu. Sarı sendika söylemi işte böylesi bir süreçte ortaya çıkıyor.

Bu gelişmelerin ardından sadece Fransa ile sınırlı kalmayan bu ”sendikal model” dünyanın birçok ülkesinde sermaye sınıfının işçi sınıfı içinde örgütlemeye başladığı bir model haline geldi. Süreç içinde gelişip, yaygınlaşarak günümüze kadar uzandı.

İşte o günlerden günümüze, işçilerin değil patronların çıkarlarına göre hareket eden, ”uzlaşı” arayarak sınıfı sermayedarların karşısında daha azına razı eden, işçi sınıfının sosyalist hareketle ve siyasetle ilişkisini kesmeye çalışan bu tip sendikalar, sınıfın öncü kesimleri ve sosyalistler tarafından “sarı sendika” olarak adlandırılmaya başlanmıştır.

Bugün ülkemizde iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda sendikayı bir kenara koyarsak, işçi sınıfının sarı sendikalarla büyük ölçüde kuşatılmış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

SINIF, SİYASET VE SOSYALİZM ARASINA SOKULAN KAMA: AMERİKAN SENDİKACILIĞI

Şimdi de Amerikan sendikacılığının tarihine, gelişimine ve misyonuna bakalım…

1886 yılında kurulan Amerikan İşçi Sendikaları Federasyonu (AFL) kuruluş ilkeleriyle nasıl bir örgütsel hedefe sahip olduğunu gösteriyordu. Kuruluş ilkelerinde sınıf sendikacılığı değil aksine sermayenin çıkarlarını, mevcut toplumsal yapının devamını ve üretim araçlarının özel mülkiyetini savunan, uzlaşının merkeze konduğu bir ”sendikal” anlayış öneriliyordu.

AFL’nin bu ilkelerine karşı çıkan bir grup sendikacı 1935 yılında Endüstri İşçileri Birliği’ni (CIO) kurdular. Komünistler zaman içerisinde bu sendikada etkin olmaya başlayınca 1950’de tasfiye edildiler. Hemen ardından 1955’te iki federasyonun birleşme görüşmeleri sonucunda AFL-CIO kuruldu.

Bu ”yeni” federasyon İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da sosyalizmin etkisini kırmaya dönük ”faaliyetlerini” derinleştirmeye daha fazla odaklandı. Fransa başta olmak üzere, bazı Avrupa ülkelerindeki önemli sendikalar bu ”faaliyetler” sonucunda bölünerek zayıfladı. ALF-CIO 1962’de orta ve güney Amerika’da oldukça etkili olan ‘Hür Sendikacılığı Geliştirme Enstitüsü’nün de (AIFLD) kuruluşunu gerçekleştirdi. Enstitü bünyesinde özel eğitimler verildi ve bu eğitimleri alanlar daha sonra ücretli temsilciler olarak görevlendirildiler.

Bu enstitü ilerleyen yıllarda orta ve güney Amerika’da gerçekleşen birçok darbeye destek verip belli ölçülerde rol aldı.

Marshall planı çerçevesinde AFL-CIO’nun Türkiye’ye dönük faaliyetleri de oldu. Türk-İş’in kurulmasında aktif rol oynadığı, finansman sağladığı, belli aralıklarla binlerce sendikacının Türk-İş tarafından Amerika’ya inceleme gezilerine gönderildiği bilinmektedir. Gönderilen sendikacılar bu ”gezilerde” bir başka ‘’sendikal modeli’’ öğrenip gelmiş oluyorlardı. Sonraki yıllarda ise öğrenilen bu model Türkiye işçi sınıfı üzerinde uygulanmaya başlanıyordu. AFL-CIO o dönem boyunca Türk-İş yönetimi ile ilişkilerini AAFLI (Asya-Amerika Hür Çalışma Enstitüsü) adıyla bir vakıf örgütlenmesi üzerinden yürütmüştür.

AAFLI’ın 1989’da Türkiye Sorumlusu olan Emanuel Boggs’un CIA elemanı olduğu kanıtlandıktan sonra yükselen tepkiler üzerine Türk-iş yönetimi 1995 yılında ilişkilerini kesme kararı aldı. AAFLI’nın Türkiye Bürosu ise aynı yıl kapatıldı.

Amerikan tipi sendikacılık, özetle dünya da olduğu gibi Türkiye’de de sendikal hareket içindeki kadrolara, işçi sınıfının siyasetle ilgilenmemesi gerektiğini, siyasetin işçilerin işi olmadığını, sendikal mücadelenin düzenin siyasal ve toplumsal yapısını bozmayacak biçimde yürütülmesi gerektiğini öğütlemiş ve bu formasyonla donatmıştır.

ÇIKIŞIN YOLU: SINIF SİYASETİ, SINIF SENDİKACILIĞI

Sendikal hareketin ya da sendikal alanın, sınıflar mücadelesinin tarihsel gelişimi içerisinde ki inişler ve çıkışlarla doğrudan ilişkili bir mücadele alanı olduğunu şu ana kadar yazdıklarımızda açıkça görmüş oluyoruz.

Belli dönemler de emek ile sermaye arasında gerek ulusal, gerekse uluslararası ölçekteki sınıf mücadelelerinin bir sonucu olarak işçi sınıfının niceliksel gelişimi de güçlenmiştir. Bu durumun bir yansıması olarak toplumsal ve siyasal alanlarla beraber sendikal mücadele alanlarının da gelişmesi ve örgütlü yaygınlığı kaçınılmaz hale gelmiştir.

Sosyalizmin emperyalist-kapitalist sistem karşısında ideolojik, siyasal ve toplumsal olarak kazandığı her mevzi, doğrudan sendikal mücadele alanlarında işçi sınıfının örgütlü bir sınıf sendikacılığı kimliğini örgütlemesi ve bu kimliği pekiştirmesi anlamına gelmiş, buraya yapılacak sarı ve Amerikan tipi “sızmalara” karşı sınıfı ve örgütlerini güçlü kılmıştır.

Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de de sınıf mücadelesinin yükseldiği, bunun toplumsal alanda örgütlenmelere dönüştüğü dönemlerin sosyalizmin ağırlık merkezi haline geldiği dönemlerle çakışması bir tesadüf değildir. Mesela 1960-1980 döneminde Türkiye işçi sınıfının niteliksel gelişimi ve örgütlü mücadelesinin nesnel bir güce dönüşmüş olması da doğrudan bununla ilişkilidir.

Böylesi dönemlere baktığımızda uzlaşmaz bir sınıf karşıtlığının, sınıf siyasetinin ve bunun politik şiddetinin sendikalarda sınıfın öncüleri eliyle etkin bir şekilde örgütlendiğini görürüz.

Tersi bir gelişim ise yukarıda özetlemeye çalıştığımız ”modellerle” sınıfın bütünü açısından kazanılmış hakların ortadan kaldırılması, baskının arttırılması, örgütsüzleşmenin yaygınlaşmaya başlaması ve sermayenin dayattığı kırıntılara mahkûm kalınan bir tabloyu ortaya çıkarıyor. Ne yazık ki mahkûm olunan bu tablo, işçi sınıfının tarihsel mücadelesinin ortaya çıkardığı araçların ya da alanların, sınıf içindeki sarı sendikacılar ve Amerikan sendikacılığı eliyle sermayenin silahına dönüşmesiyle ortaya çıkmış oluyor.

Örneğin bugün toplu iş sözleşmesine attığı imzayla yüz binlerce işçiyi bir kez daha enflasyon oranının çok altında kalan bir ücrete mahkûm eden ve işçiler için değil sermayenin çıkarları için kaygılandığını “İşler uzasa karışacaktı” sözleriyle itiraf eden Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay’ın hala başkanlık koltuğunda oturabiliyor olmasının nedeni, işçi sınıfı ile sınıf siyaseti arasındaki açının on yıllar boyunca artmış olmasıdır.

Sosyalizmin çözülüşü sonrası başlayan dönem, tam da yukarı da bahsettiğimiz tersi yönde gelişmelerin başladığı dönem olmuştur. Ağırlığın emperyalist-kapitalist sistem lehine kaymasıyla beraber hem dünya sosyalist hareketi hem de işçi sınıfı hareketi gerilemiş ve çok önemli mevziler kaybetmiştir.

İşçi sınıfının güncel/tarihsel bağlamda kaybettiği bu mevzileri yeniden kazanması, ancak ve ancak sermaye sınıfının egemenliğindeki devlet aygıtına, ideolojisine, siyasetine ve uzlaşmacı uzantılarına karşı yürütülecek amansız bir sınıf siyaseti ve sendikacılığı ile mümkündür. Bu da sosyalist hareketin söylemsel düzeyde değil gerçekten tüm kaynaklarını seferber etmesi ve yeni bir sınıf hareketini bu perspektifle örgütlemesiyle gerçekleşebilir.

Zaten sınıfın öznesinin ve sınıf bilinciyle donanmış öncülerin en büyük siyaseti ve iddiası başka ne olabilir ki?