Rusya İmparatorluğunun Çöküşü

Rus devrimlerinde hem Lenin’in hem de Nikolay’ın kişisel niteliklerinin de kuşkusuz önemli bir payı var. Nikolay beceriksizliği ile, işçilerin masum taleplerini bile jandarma eliyle boğmasıyla, savaşta başkomutanlığı üzerine alıp kendi manevra alanını daraltması ile, çevresindeki liberallerin ona ihanetini göremeyişi ile öne çıkıyor, Lenin ise ayaklanmayı bir sanat olarak gören olağanüstü bir devrimci olarak.

Onur İşçi, Onur Önol. Rusya İmparatorluğu’nun Çöküşü: Harp Yahut İhtilal.

İstanbul: Kronik Kitap, Kasım 2019. 368 s. 21×13.5 cm. Karton kapak. 35 TL.

İngilizcede hem Rusya tarihi hem de SSCB tarihi üzerine çok sayıda monografi var. Türkçede ise yakın zamana dek, Rusya tarihi üzerine çeviri olmayan ve özgün Rusça birincil kaynaklar kullanan sadece iki yerli akademik monografi vardı: Prof. Akdes Nimet Kurat’ın Rusya Tarihi: Başlangıçtan 1917’ye Kadar (TTK, 1948) aslı eseri ile Prof. Kezban Acar’ın Ortaçağdan Sovyet Devrimine Rusya adlı çalışması (İletişim, 2009). Bilkent Üniversitesinden Onur İşçi ve TED Üniversitesinden Onur Önol’un yukarıdaki çalışması bu alanda üçüncü çalışma ve ilk ikisinden farklı olarak 1881-1917 arası döneme ve imparatorluğun çöküş nedenlerine odaklanıyor.

Kitap 1881 Şubatında Rusya imparatoru 2. Aleksandr’ın Narodnaya Volya adlı devrimci örgütün suikastında ölmesi ve yerini alan oğlu 3. Aleksandr’ın babasının öcünü almaya ant içmesi ve reform paketini rafa kaldırmasıyla başlıyor. 3. Aleksandr’ın oğlu 2. Nikolay da 1894-1917 arasında Romanov hanedanının sonuncusu olarak çöküşe tanıklık edecekti. Yazarlar çöküşün sebepleri konusunda tarihçileri kötümserler ve iyimserler ikiye ayırıyorlar: Sosyalistlerin de dahil olduğu “kötümserler” çarlık rejiminin çöküşünü kaçınılmaz bulanlar oluyor, iyimserler ise Birinci Dünya Savaşı olmasaydı rejimin kademeli reformlarla iç sıkıntılarını çözebileceğini ve büyük devletler arasındaki yerini koruyabileceğini savunanlar oluyor. Yazarlar kötümser bakışa yakın olmakla birlikte son iki çarın şahsi tercihlerinin, yani siyasi reform taleplerini  bastırmalarının ve 2. Nikolay’ın kişisel niteliklerinin olmak istediği gibi bir otokrat olmaya uygun olmayışının da önemli bir rol oynadığını savunuyorlar. Yazarlar ayrıca büyük şehirlerde kümelenen sanayileşmenin yarattığı işçi sınıfı, eğitimli şehirli profesyoneller ve öğrenciler ve toprak talebi karşılanmayan köylülerin mutsuzluğunun da çöküşte etkili olduğunu söylüyorlar ki bunlara katılmamak olanaksız.

Rus devrimlerinde hem Lenin’in hem de Nikolay’ın kişisel niteliklerinin de kuşkusuz önemli bir payı var. Nikolay beceriksizliği ile, işçilerin masum taleplerini bile jandarma eliyle boğmasıyla, savaşta başkomutanlığı üzerine alıp kendi manevra alanını daraltması ile, çevresindeki liberallerin ona ihanetini göremeyişi ile öne çıkıyor, Lenin ise ayaklanmayı bir sanat olarak gören olağanüstü bir devrimci olarak. Belki bunlara Başbakan Kerenskiy ile General Kornilov arasındaki yanlış anlamaları da ekleyebiliriz. Nitekim Bolşeviklerin ağırlıkta olduğu Kızıl Muhafızları Kornilov’a karşı silahlandıran Kerenskiy’in kendisi olmuştu. Kuşkusuz Şubat ve Ekim devrimlerinde çok sayıda momentte kişisel tercihlerin devrimin gidişini nasıl etkilediğine dair daha birçok örnek verilebilir. Ancak son tahlilde belirleyici olan Rusya’nın birikmiş çelişkileri ile emperyalist zincirin en zayıf halkasını oluşturmasıydı.

Materyalist tarihçilik tarihin akışında kişileri değil maddi süreçleri belirleyici olarak görür. Buna göre kapitalizm ve emperyalizmin çelişkileri bütün dünyada sosyalist devrimler için gerekli koşulları bir araya getirmişti ve 1. Dünya Savaşı da bütün Avrupa’da devrimci bir durum yaratmıştı. Rusya’da burjuva demokratik devrim ile sosyalist devrim çok kısa süre içinde birbirini izledi. Avrupa’da ve özellikle Almanya’da da sosyalist bir devrim için bütün maddi koşullar uygundu ancak Alman Bolşevikleri zayıf, Alman Menşevikleri (Sosyal Demokratlar) ise güçlüydü. Dolayısıyla maddi süreçler devrim için gerekli koşulları yaratırken öznel etkenlerin bu devrimin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini ve nasıl bir yol izleyeceğini belirlediği söylenebilir. Bu anlamda, evet, Ekim Devrimi kaçınılmaz değildi ancak Alman devriminin yenilgiye uğraması da kaçınılmaz değildi. SSCB’nin yıkılışı da kaçınılmaz değildi.

Kitapta 2. Nikolay’ın 20. yüzyıl başlarında Rusya’da üniversitelere uyguladığı baskılara ilişkin şu satırları okurken insan ister istemez 21. yüzyıl başlarında şu yaşadığımız günlerde AKP diktasının Türkiye’de üniversitelere uyguladığı baskılara nasıl da benzediğini düşünüyor: “Kendi rektörlerini seçemeyen, ders saatlerini dahi belirleme hakkı olmayan, maaşlarından ve araştırma olanaklarından şikayetçi akademisyenler…” (s. 99); “üniversitede verilecek derslerin müfredatı ve akademisyenlerin işe alımı için Eğitim Bakanı onayı… üniversite öğrencilerinin kampüste toplanması veya topluluk kurması yasaklanıyor, rektörlere yasadışı toplantıları dağıtmak için polis çağırma yetkisi veriliyordu” (s. 208), “polisler ders süresince de silahlarıyla beraber dersliklerde kalıyorlardı”; “Hükümetin aldığı diğer bir tedbir, rejim destekçisi öğrenci gruplarını… desteklemekti. Bu amaçla Başbakan Stolıpin ile görüştürülen bu grupların temsilcilerine burs imkanları ve mezun olduktan sonra devlet pozisyonlarında tercih edilme sözü verildi” (s. 209). Bu arada çarlık polisinin bu baskılarına karşı 1911 yılında Moskova Üniversitesi rektörü, yardımcısı ve 25 profesörün istifa ettiğini öğreniyoruz ki bu çarlık akademisyenlerinin günümüz Türkiye akademisyenlerinin çoğundan daha onurlu davranmış olduğunu kabul etmek gerekiyor! Yine kitaptan çarlığın kitlelere çara itaat etmeyi öğreten Ortodoks kilisesine nasıl yatırım yaptığını öğreniyoruz. Başbakan Stolıpin döneminde 5500 yeni kilise yapılmış, 100 bin yeni papaz atanmış! Doğrusu bu sayıları bugünkü Rusya’daki oligarşik Putin rejimi ve Türkiye’deki İslamcı AKP rejimi ile karşılaştırmak ilginç olabilir. Kitaptan öğrendiğimiz bir başka ilginç olgu da çarlığın votka satışını devlet tekeline almış olması ve votka tekelinin hazine gelirlerinin üçte birini oluşturması. Hatırlayalım, 1985’te Gorbaçov, SSCB’de sosyalizmi yıkma hamlesine sözde alkolizmle mücadele bayrağı altında alkol üretimi ve satışını kısıtlamakla başlamıştı. O sırada SSCB’de alkol satışı gelirleri vergi gelirlerinin % 10’unu oluşturuyordu. Gorbaçov’un hamlesi sadece halkı huzursuz etmeye ve hazine gelirlerini azaltmaya yaramıştı.

Yazarlar kitapta Rusça özel adların transkripsiyonunu İngilizce kaynaklardan alıntı yaptıkları durumlar dışında genelde Türk alfabesine göre yapmışlar ve iyi de etmişler, ancak burada tam bir standart kuramamışlar. Örneğin Osvobojdenie adlı derginin adını metin içinde böyle yazarken dipnotta Osvobozhdenie diye veriyorlar (s. 173). Oysa alıntıyı herhangi bir İngilizce kaynaktan değil doğrudan dergiden yapıyorlar. Sanırım bunda yazarların aldığı Anglosakson eğitimin etkisi var. Bir zamanlar Yalçın Küçük, Batılı marksolog ve sovyetologların Marx ve Lenin okumadıklarını ve eserlerinde onlardan alıntı yapmak yerine başka yazarlardan alıntı yaptıklarını yazmıştı. İşçi ve Önol her ne kadar Lenin’den alıntı yapsalar da bunlar az sayıda ve Lenin’in eserlerinin orijinalinden değil İngilizce çevirisinden yapıyorlar. Oysa yazarlar Rusça bildiklerine göre özgün Rusça kaynaktan alıntı yapmalarını beklerdim. Bir yerde ise öyle bir hata yapıyorlar ki doğrusu Türkiye’de ortalama okumuş bir sosyalistin asla bu hatayı yapacağını sanmıyorum: Lenin’in meşhur Nisan Tezlerini “Nisan Tezi” diye tekil biçimde veriyorlar! Dipnotta da yine İngilizce çeviriye referansla The April Thesis diye vermişler. Bunu bir kez değil iki kez yapıyorlar. İngilizce thesis’in çoğulu theses olduğu için acaba dalgınlıkla theses yerine thesis diye mi okudular? Bu arada kaynakçada eserin adı doğru biçimde The April Theses olarak geçiyor. Yazarların Türkiyeli ortalama sosyaliste göre daha fazla dilde ve çok daha fazla eser okumuş olduğundan eminim ancak yine de bu hatayı yapmaları ilginç. Bu küçük örnek İngilizceye güvenmenin tehlikeleri konusunda uyarıcı olur umarım. Kitabın sonuç bölümündeki şu cümlenin hem ifadesi bozuk hem de anlamı muğlak: “Ekim Devrimi’nin Bolşeviklerin tahayyül ettiği kadar da izole ve Rusya’ya has bir hadiseye (Sonderweg) değil de, tüm dünyanın yirminci asrın başlangıcında içine düştüğü bir buhranın parçası olduğu görüşü bugün giderek daha fazla kabul görmekte” (s. 340). Bolşeviklerin Ekim Devrimini izole ve Rusya’ya özgü bir hadise olarak gördüğü de nereden çıktı? Aksine Bolşevikler Ekim devriminin Avrupa’daki sosyalist devrimleri tetikleyeceğini düşündüler. Rusya’da devrimi emperyalizmin dünya çapındaki bunalımı ile yakından ilişkili gördüler. Almanya’daki devrim çabalarını yakından desteklediler. Devrimin yine de yalnız kalması onları dünya devrimi perspektifinden vazgeçirmedi. Lenin’in SSCB’ye coğrafi bir ad vermeyişinin sebebi de buydu: Avrupa’da kurulacak yeni sovyet devletleriyle birleşmeyi umuyordu.

İşçi ve Önol’un kitabının bazı ufak hatalara ve tartışmalı görüşlere rağmen teorik ve olgusal olarak zengin ve Türkçe literatüre önemli bir katkı olduğunu düşünüyorum.