Proletarya devriminin güncelliği üzerine

Proletarya devriminin güncelliği üzerine

16-06-2019 08:50

Türkiye’de sosyalist devrim mücadelesinin en önemli parametrelerinden bir tanesi işçi sınıfının rolü olmaya devam ediyor. Her ne kadar bu rol yok sayılsa da bugün Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihi bizlere ışık tutuyor

Neşe Deniz Babacan

1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin geri çekilmesi ile birlikte emperyalist cenahtan iki yönlü bir saldırı başlatıldığı herkesin malumu. Bunlardan birincisi, Ekim Devrimi ile birlikte ortaya çıkan ve insanlığın tarihsel gelişiminde yeni bir basamak anlamına gelen sosyalizmin aslında bir yanılsama, arızi bir durum ya da anomali olduğunun propagandasına yüklenilmesi olarak ortaya çıktı. İkincisi ve daha tehlikeli olan şeyse kökleri belki de yüz elli yıl öncesine dayanan tarihi bir önermeye, işçi sınıfının reddiyesine dayanan yaklaşımdı.

Saf anlamıyla anarşizmin önermelerinden bahsetmediğimiz açık olsa gerek. İşçi sınıfının reddiyesi olarak kaba bir şekilde yazdığımız başlığın uzantıları ya da öncülleri tarihte karşımıza farklı şekillerde çıktı. Bunlar başka bir yazının konusu olmakla birlikte işçi sınıfının mücadele tarihinde son karşımıza çıkan olgu tamamen Marksizm Leninizme doğrudan cephe alan ideolojik bir saldırı ve karşı devrim hattı ile birlikte gelmiştir. “Tarihin Sonu” olarak ifade edilen bu hattın özünde ise liberalizmin, hatta 1980’ler itibariyle emperyalizmin dünya üzeride başlattığı neo-liberal saldırı dalgasının olduğunu ifade etmek gerekiyor.

Bu saldırı ilk sonuçlarını almaya başladığı andan itibaren tüm insanlığa kapitalizmin alternatifsiz olduğu ve sonsuza kadar değiştirilemeyeceği, bu bakımdan artık “tarihin sonunun geldiği, işçi sınıfının da bir hiç olduğu ya da toplumsal mücadeleler alanındaki bir dizi “statü”den biri olabileceği anlatılıyordu.

O yüzden günümüze kadar uzanan ve özellikle emperyalizmin küreselleşmecilik atağı ile birlikte sosyalizmden kalanları tasfiye harekatının özünde de aynen yukarıda bahsettiğimiz saldırı başlıkları yer aldı. Gelebilecekleri “en iyi ya da demokratik” noktanın ise emekçiler açısından tahammül edilebilir bir kapitalizm olduğu, kapitalistlerin geçmiş dönemden kalan sosyal devletçi ya da işçi sınıfının lehine olan uygulamaların kırıntısına dahi tahammül etme niyetlerinin olmadığı, karşı devrimci dalganın temel özelliklerinden biri olarak ortaya çıkmıştır.

Bunların ülkemizdeki temel yansımaları ise Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfına karşı saldırısını yükseltmesi, liberallerin işçi sınıfını ve sınıf siyasetini reddiyesi ile birlikte Türkiye solunun mücadelesinin köreltmesi şeklinde vuku bulmuştur.

12 Eylül: Türkiye’de “tarihin sonu” mu?

Ülkemizde sınıf mücadelesinin en keskinleştiği, 15-16 Haziran 1970’te işçi sınıfının burjuvaziyi korkutacak şekilde tarih sahnesine çıktığı bir dönemin ardından, Türkiye’de sosyalist devrimin yakıcılığının arttığı 1970’li yılların sonunda ortaya çıkan karşı-devrimci 12 Eylül faşist darbesi, Türkiye gibi kritik bir ülkede emperyalizmin en önemli müdahalelerinden biri olarak ortaya çıktı. Bu açıdan 12 Eylül sınıf mücadelelerinin bir daha ayağa kalkmamak üzere önünün kesilmesi için bir hamle olarak hayat bulmuş ve bir yandan ülkemizde “tarihin sonu” ilan edilmeye çalışılmıştı. Ancak bunun başarıya ulaşmasının mümkün olmadığı 12 Eylül’ün üzerinden geçen yaklaşık kırk yıllık dönemde görülmüştür. Bunun için 1989 yılında başlayan Bahar Eylemleri’ne, devamında maden işçilerinin direnişine, 1990’lı yıllarda kamu emekçilerinin ve metal işçilerinin mücadelesine, 2000’li yıllarda özelleştirme dalgasına karşı direnişlere, TEKEL işçilerinin ayağa kalkışına, 2014 yılında “metal fırtına” olarak adlandırılan metal işçilerinin büyük mücadelesine ve burada sayamadığımız yüzlerce işçi direnişi ve greve bakmak yeterlidir.

12 Eylül elbette baskı ve zulüm rejiminin adı olmakla birlikte, esas olarak Türkiye kapitalizminin neo-liberal dünyaya doğru yelken açışının adı, Türkiye işçi sınıfının devrime olası yürüyüşüne karşı yapılan bir darbe olarak okunmalıdır. O açıdan suni ya da soyut bir faşizm algısına oturması ya da bu yönde değerlendirmeler yapılması bizi doğru değildir.

Diğer taraftan eğer denklemi buradan kurarsak, 1970’li yıllardan itibaren ülkemizde palazlanmaya ve siyasal hareket vasfını daha fazla kazanmaya başlayan sol liberalizmin yollarının 1990’lı yıllarda 12 Eylül rejimi ile çakıştığını ortaya koymak gerekir. Türkiye kapitalizmin tüm çıkış kanallarının 12 Eylül’ün sopası ve liberalizmin vaazlarıyla döşendiğini bu noktada ifade etmek yanlış olmayacaktır. Serbest piyasanın kutsanması, özgürlükler adına dinci gericiliğin ya da sömürü düzeninin meşrulaştırılması ve işçi sınıfının tarihin tekerleğini ileriye döndürebilecek tek toplumsal bölme olduğunun yok sayılması tam da liberalizmin siyasetteki ve ideolojik alandaki saldırısının birer bileşeni olarak karşımıza çıkmıştır.

Bunun yakın tarihimizdeki en temel örneği ise 2002 yılında iktidara gelen AKP’nin gerici, piyasacı ve işbirlikçi yönelimlerine en büyük desteği yine aynı yerden alması bu açılardan şaşırtıcı olmamıştır.

“İşçi tulumuyla gelecek hürriyet”

Nâzım Hikmet’in ülkemize özgürlüğün ve kurtuluşun işçi sınıfı aracılığıyla geleceğini 1945 yılında ifade ettiği şiiri aslında ülkemizdeki gericilere, patronlara ve liberallere çok öncelerinde verilmiş bir yanıttır.

Karşı devrimci güçler kapitalizmin değiştirilemezliğini propaganda etse de, bunun böyle olmadığını en iyi kendileri biliyor. O açıdan bugün insanlığın ileriye doğru yürüyüşünde işçi sınıfının rolünün ve işçi sınıfı siyasetinin bir kere daha anlamının ortaya konması gerekiyor.

Burjuvazi ile proletarya arasında ücretli emek sömürüsüne dayanan ve bir tarafın bu yolla siyasal iktidarı elinde tuttuğu kapitalist düzeni değiştirebilecek tek gücün işçi sınıfı olduğu gerçeği büyük bir bilimsel gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

O açıdan eğer ki kapitalizmin alternatifinin olduğuna ve sömürü düzeninin bitebileceğine inanıyorsak bunun toplumsal bir güç tarafından yapılabileceğine inanıyorsak bunun adresi çok açık ve net bir şekilde işçi sınıfıdır.

Bu bahsettiğimiz olayın ise siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve işçi sınıfı lehine eşitlikçi bir temelde yeniden örgütlenmesi, bugün burjuvazinin çıkarına ve lehine çalışan sermaye devletinin dağıtılarak yerine sosyalist temelde bir devletin konulmasının gerektiği olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Bu açılardan kapitalizmin yıkılmasının ve yerine sosyalizmin inşasının öncü gücü işçi sınıfıdır.

Tüm bunlar için geçmişte olduğu gibi bugün de işçi sınıfının ve onun örgütlü gücünün, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin çıkarları adına bir siyaset yapması, onları sosyalizm bayrağı altında toplaması gerekmektedir. Bu açıdan işçi sınıfı siyaseti kapitalizme, gericiliğe, sömürüye, emperyalizme karşı bir çizgiye sahiptir.

İşçi sınıfının politik örgütlenmesinin kendiliğinden oluşacağı ve/veya ekonomik mücadelede ortaya çıkan çeşitli örgütlenme modellerinin düzen değişikliği için yeterli olduğu düşüncesi hem yersiz hem de yetersizdir. O yüzden işçi sınıfının başta sermaye ve gericilikten bağımsızlaşmış siyasi hattının örgütlü bir şekilde temsiliyeti gerekmektedir. Bunun adresinin ise işçi sınıfının öncü ve devrimci partisi olduğu açık olmalıdır.

İçinden geçtiğimiz dönem ve koşullar insanlığın tarihsel gelişimi, sınıflar mücadelesinin gelişkinlik düzeyi ve işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişkilerin her geçen gün daha yoğun bir şekilde açığa çıkıyor olması proletarya devriminin güncelliğinin en temel göstergeleri olarak karşımızda durmaktadır.

O yüzden 15-16 Haziran 1970 yılında ortaya çıkan büyük işçi kalkışmasını bir anı olarak görmüyorsak, Türkiye sosyalist devrimini de erişilmez bir hayal olarak görmemiz için bir neden bulunmamaktadır.