Popülizm üzerine

Popülizm üzerine

21-06-2019 08:00

Açılan yeni süreçte artık gerçek anlamda siyasal konumlanışlar, hangi sınıfın temsil edildiği, siyaset yapma tarzı, bağımsızlığa bakış gibi bütün kavramların önemsizleştirildiği ve siyasi partilerin işportacı edasıyla vaatler sıraladıkları bir düzlemde seçimler gerçekleşmeye başladı.

Ozan Başuçar

Popülizm kavramının gelişimi, gerek dünya gerek Türkiye için kapitalizmin yeni yönetim biçimleri aradığı ve toplumsal dinamikleri yönetmekte zorlandıkları bir dönemde gerçekleşmiştir.

Popülizmin siyasal açılımına değinmeden önce biraz tarihte geriye gitmek ve toplumda bu siyasal yaklaşımın kökenlerine göz atmak gerekecek. Burjuva devrimleri öncesi ve dini kurumlarla toplum açısından hesaplaşmaların yaşanmadığı tarihlerde toplumun ortaklaştığı ve dönemin siyasal atmosferine göre belirlendiği yapıların dini kuruluşlar dahilinde ifade edilebilecek cemaatler olduğunu söyleyebiliriz. Bu cemaatlerin genel yapısı ise temelinde farklı olana düşman olma ve kendi içinde mutlak doğruluk taşımaktı. Bu cemaatleşmenin toplumda yaratmış olduğu temel yaklaşım ise cemaatin içinde bulunuyorsan cemaatin yanlışlıklarını görsen dahi bunları kesinlikle eleştiri konusu yapmaman.

Popülist siyaset tarzında ise bu geçmiş dönemin kalıntıları oldukça gözlemlenebilir bir olgu. Modern dünyada ise popülist siyaseti açıklarken veyahut kavramaya çalışırken bir benzetmeyle başlayabiliriz. Ticaret dahilinde üretilmiş olan ürünlerin pazarlanması ve satışının arttırılması için reklam planlamaları yapılır. Bu planlamalarda gerçekçilikten söz etmek bir zorunluluk değildir. Temelinde satılması gereken malı iyi yönleri palazlanır, kötü diyebileceğimiz yerleri ise görünmez hale getirilir, toplumun gündeminden uzak tutulur. Ürünün satışı için yapılan bütün planlamalar toplumun belli bir kesimini hedef alarak o kesimin kültürel yapısının mutlaklaştırılması dahilinde gerçekleştirilir. Popülizm de bu disiplininin siyaset sahnesine taşınmış ve uyarlanmış şekli gibidir.

Peki şunu sormak lazım o halde: Popülist siyaset Türkiye’de nasıl oldu da burjuva partilerin siyaset yapma şekillerini etkiledi?

Bu sorunun cevabı için 1991 yılına ve o yılda gerçekleştirilmiş olan seçime göz atmak muradımızı anlatmak için yararlı olacaktır. 1991 seçimlerine etkisi belirleyici olan olay 4 Ocak tarihinden 8 Ocak tarihleri arasında gerçekleşmiş olan Büyük Maden İşçileri Grevi. Aynı yılda Körfez Savaşı ile birlikte Türkiye’de grevlerin yasaklanması gibi birçok farklı gündem Türkiye’de burjuva siyasetini sıkıştıran kimi başlıkları ortaya çıkarmıştı. Bu koşullar dönemin muhalefet partilerinin erken seçim istemelerine sebep olmuş, yönetilemeyecek duruma gelen kitlelerin düzen içi alternatifinin yeniden yaratılması gerekiyordu. Ve 20 Ekim 1991 yılında genel seçimlerin kararı alındı. Bu koşulların bütünü ise siyasi partilerin girecekleri seçim sürecinde toplumun ikna sürecinin çok daha zor olacağının sinyaliydi. Bu sebepten dolayı dönemin düzen partilerinin tamamı seçim kampanyaları açısından daha ileriye gitmek zorunluluğu duydular. Bu seçim sürecin de düzen partileri Türkiye tarihinde daha önce gerçekleşmemiş olan yeni bir seçim çalışması biçimini kullanacaklardı.

Bütün partiler Türkiye ve dünya da ki farklı reklam ajansları ile geniş kapsamlı bir anlaşmaya girmişlerdi. Yani siyasi partiler reklam ajanslarının müşterisi olmuşlardı. Seyirlik birer gösteri halini alan kampanyalarda en dikkat çeken Fransız reklamcı Seguela ile ANAP arasındaki anlaşmaydı.

Seguela, seçimlerin artık “medya savaşları” olduğu görüşüyle kampanyanın temposunu ve yoğunluğunu zaman içerisinde değiştirerek daha etkili olduğu düşünülen bir yol izledi. “Çünkü daha yapacak çok iş var” sloganıyla lider odaklı bir seçim kampanyası yürüten ANAP, parti lideri Mesut Yılmaz’ın fotoğrafına odaklandı.

Partileri, özel televizyon kanallarında reklam filmi yayınlatmaları kampanyayı renkli bir hale getirmişti. SHP, MEGA 10 adlı televizyon şirketi ile anlaşarak günde iki saatlik yayınla partisinin seçim beyannamesini kamuoyuna anlatmaya çalıştı. Star kanalında ise ANAP, DYP, Refah Partisi, DSP’nin propaganda filmleri kamuoyuna sunuluyordu

1991 yılında gerçekleşen seçim ile birlikte Türkiye’deki düzen partileri kendilerini birer şirkete, toplumu müşteriye ve siyasi yaklaşımlarını ise birer ürüne dönüştürmüşlerdi. Günümüzde bu yaşananlara bakıldığında her ne kadar ironik durmasa da siyasette veya siyaset yapma biçimlerinde ciddi bir kırılmanın önünü de açmış oldu.

Açılan yeni süreçte artık gerçek anlamda siyasal konumlanışlar, hangi sınıfın temsil edildiği, siyaset yapma tarzı, bağımsızlığa bakış gibi bütün kavramların önemsizleştirildiği ve siyasi partilerin işportacı edasıyla vaatler sıraladıkları bir düzlemde seçimler gerçekleşmeye başladı.

Bununla birlikte toplumun genelini kapsayabilecek kültürel donanımda olan kişiliklerin ise reklam ajansları tarafından birer fenomene dönüştürülmesi ve vaatlerin gerçekliğinin dahi önemsizleştiği seçim çalışmalarına şahit olmaya başladık.

Bu yaklaşım burjuva partilerinin seçimleri kazanmasında elbette ciddi bir referansa dönüşmüş oldu.  Bununla birlikte toplumun ise kapitalizme bağlarının biçimi değişmiş ve en başlarda değindiğimiz cemaatlerde ki gibi biat etmiş ve eleştirmeyen bir toplumsal yapı da inşa edilmiş oldu. (Her bir düzen partisinin kendi seçmen kitlesi açısından…)

Buraya kadar popülist siyasetin Türkiye’deki bir örneğine değinmiş olduk; peki bu yaklaşımda gerçekleşmekte olan İstanbul’daki seçim için ne söyleyebiliriz?

Öncelikle bir şeyi tekrarlayarak başlayalım, popülist siyaset tarzında siyasal bütün yaklaşımlar birer ürün ve toplum da müşteri durumundadır.

İstanbul yerel seçimlerine 2 boyuttan bakılması gerekiyor. Öncelikle iptal edilmiş olan seçimin öncesine yani seçim kampanyalarının yapıldığı döneme bir göz atarsak…

Gerçekleştirilen ilk İstanbul yerel seçiminde bulunmuş olan 2 isim yani Binali Yıldırım ve Ekrem İmamoğlu’nun seçim kampanyaları birbirinden oldukça farklıydı. AKP’nin Belediye Başkan Adayı Binali Yıldırım’ın seçim kampanyası bu seçimlerin bir beka sorununa işaret ettiğini ve sandıkta çözülebileceğini vurgularken seçimin yüzü olarak Binali Yıldırım’dan ziyade AKP’nin genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın meydanlarda göründüğünü görmüş olduk. Vaatler açısından ise “Gönül Belediyeciliği” söylemi ile aslında yapılacak işlerin somut anlatımından ziyade daha soyut bir düzlemde işlenmiş oldu. Şehirlere aşk-ı ilanlar peş peşe geldi. CHP’nin adayı açısından ise durumlar biraz daha farklıydı. İlk seçim kampanyasında bugün Türkiye toplumunun kasıp kavuran ekonomik zorlukların çözüleceğine değinerek daha somut bir seçim kampanyası yürütülmüş, belediye başkan adayının fotoğrafları ise bu vaatlerden bağımsız karşımıza hiç çıkmamıştır.

Gelelim şuan da gerçekleştirilen seçim kampanyalarına. AKP’nin adayı Binali Yıldırım’ın popülist ve gerçeklikten uzak vaatlerinin ve kendisinin fotoğraflarının yan yana olduğu afişlerin billboardların bütün İstanbul’u kapladığını ve beka sorunu, gönül belediyeciliği gibi söylemlerin ortadan kalktığı daha somut bir seçim kampanyası gözlemleyebiliyoruz. CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu açısından ise seçim vaatlerin biraz daha geriye çekildiği ve direk olarak adayın göz önünde tutulduğu, adayın bir fenomene dönüştüğü bir seçim kampanyası gözlemlenmekte.

Bu kampanyaların başarıları düzen partileri açısından 23 Haziran günü belli olmuş olacak. Ancak dikkat edilmesi gereken esas husus ise her iki partinin de popülist bir kampanya sürecini yürütmüş olmaları. Her iki partinin de seçim kampanyaları gözlemlendiğinde sınıfsal çelişkilerin, emperyal müdahalelerin, yoksulluğun ana sebeplerinin görünmez hale getirilmeye çalışıldığı su götürmez bir gerçek olarak karşımızda duruyor.

Biz komünistlere ise bu tabloda düşen topluma gerçekleri anlatmaya, öğretmeye devam etmek oluyor. İndirim, işsizlere müjde, gericiliğe çözüm vaatleri ile toplumu manipüle etmeye çalışanlara karşı sosyalizm programını savunmak en temel görev sorumluluğumuz olarak önümüzde duruyor.

Onlar seçimleri bile ürün ve müşteri ilişkisi olarak görüp popülizmin daniskasını yapadursunlar….