İmamoğlu, umudun yeni adı mı?

İmamoğlu, umudun yeni adı mı?

30-06-2019 08:35

AKP adayının karşısında kendini öne çıkaran Ekrem İmamoğlu, ezici bir üstünlükle seçimden “kazanan” taraf olarak çıkmıştır. Ancak, siyasetin en temel yasası olan “sınıfsal çıkarlar genel doğrultuyu belirler” yasası karşımıza dikilmektedir.

İlker Demirer

23 Haziran seçimleri geride kaldı. Seçimler, AKP’ye karşı biriken öfkenin sandığa yansımasıyla sonuçlanırken, geniş kesimlerde “Türkiye’de bir şeyler mi değişiyor?” sorusunun sorulmasına vesile oldu. “Her şey çok güzel olacak” söyleminin hâkim olduğu seçim süreci, bir yandan önemli bir beklentiyi yaratırken, öbür yandan bir dizi belirsizliği de beraberinde getirdi. Beklentiler ve belirsizlikler arasındaki dengesizlikleri, sadece düzen siyasetinin değil, aynı zamanda tüm ülkenin çözmesi gerekiyor.

Beklentilerin ve belirsizliklerin gölgesinde işleyecek olan siyaset mekanizmasının esas zayıf karnı, bundan sonra düzen aktörlerinin neler yapacağı ile alakalı. Program, düzen siyasetinin aktörleri için yazılan basit bir çerçeve metni olarak görülürken, gerçekte siyasetin üzerindeki gölgeyi kaldıran her bir aktörün sahip olduğu programdır. Siyaset ve program arasındaki “ince kırmızı hat”, siyaseti taşıyan kadroların da belirlendiği yer. Bu nedenle, ince kırmızı hattın gerisinde yer alan aktörler için, gelecekte verecekleri siyasi iktidar mücadelesinin de ana doğrultuları biraz da bu hat üzerinde belirleniyor.

Sermaye içi gerilimler yükselirken…

31 Mart seçimlerinin ardından merkezi iktidar ile yerel iktidarlar arasında ortaya çıkan açının siyasette bir tür kararsız denge konumu yaratmıştı. Ancak bu kararsız dengenin, doğası gereği en ufak bir itkide bozulması ve siyaset sahnesinin bir kez daha şekillenmesi gerekmektedir. Ekonomik alandaki krizin, sermaye içi gerilimleri yükselteceği bir dönemeçte, siyasi iktidarın İstanbul gibi bir şehri kaybetmesi, sadece siyasi itibarını değil, temsil ettiği sınıfsal kesimlerin de çıkarlarını tehlikeye düşürmekteydi.

Nitekim bu nedenle, TÜSİAD’ın “reform çağrısı”, AKP ve diğer aktörler tarafından sahiplenilse dahi, için bir program taslağı açıklanmış, ancak bu taslağın gerekleri yerine getirilememiştir. Siyasi iktidar, sermaye sınıfının bütünlüklü bir temsili yerine sermayenin bir kesimini temsil edecek bir biçimde İstanbul seçimlerinin yenilenmesini gündeme getirmiş ve “siyasi temsiliyet derecesinde” bir düşüşü kabul etmiştir.

Alınan bu riskin bedeli, seçimlerde AKP adayının ağır yenilgisi olmuştur. AKP adayının karşısında kendini öne çıkaran Ekrem İmamoğlu, ezici bir üstünlükle seçimden “kazanan” taraf olarak çıkmıştır. Ancak, siyasetin en temel yasası olan “sınıfsal çıkarlar genel doğrultuyu belirler” yasası karşımıza dikilmektedir. Ekrem İmamoğlu’nun seçimler boyunca öne çıkarttığı “dürüstlük”, “adalet”, “refah”, “herkese eşit hizmet” gibi söylemler özünde halkın geniş kesimlerin arzularını dışa vuran soyut değerlerdir. Bu soyut değerlerin, siyasete aktarım mekanizmasını temsil edilen sınıf ve bu sınıfın çıkarları belirler.

İmamoğlu’nun programının özü: Sosyal-liberalizm

AKP karşısında bu soyut değerlerin somuta dönüşmesinin arkasında yatan en büyük neden, AKP’nin kurduğu rejimin genel mantığı ile emekçi sınıfların genel çıkarları arasındaki net çelişkidir. Gericiliğin kat ettiği mesafe ne olursa olsun, katı olan her şeyin buharlaştığı kapitalist çağda, eşitsizliklerin ve baskının yarattığı tepkilerin siyasi iktidara yönelmemesi beklenemez. Ancak bu tepkinin, siyasi, ideolojik ve örgütsel ayaklarının farklı bağlamlarda temsil edilir hale gelmesi “kabul edilebilir” olarak görülmemesi gerekmektedir. Seçimlerin ardından, tepkinin temsil edildiği düzlem sosyal-liberal bir çizgidedir. Sosyal demokrasinin reformist söylemlerinin bu çizgi içinde alacalı bulacalı bir biçimde öne çıkması, tepkinin hangi siyasi çizgide temsil edilir hale geldiğini değiştirmemektedir.

Dolayısıyla İstanbul seçimleri, AKP’nin kurucu öznesi olduğu İkinci Cumhuriyet için yeni bir programı da ortaya çıkarmaktadır. Bu program, kriz koşullarında sermayenin yeniden üretiminin belirlenmesinde etkili bir rol üstlenecektir. Sermaye aktörlerinin üzerinde birleştiği “reform” söylemi, krizin faturasını emekçilere yıkarken, kendi içinde de belirli el değiştirmeleri zorunlu hale getiriyor. Nitekim bugüne değin AKP’nin yerel yönetimler üzerinden sağladığı toprak rantı ve merkezi bütçeden aktarılan sermayenin büyüklüğü, sermayenin bir kesimini büyütmüştü. Ancak bu modelin gerek neden olduğu “aşırı üretim”, gerekse de sermayenin iç gerilimlerini fazla büyütmesi, sermaye sınıfının bu politikanın düzeyini değiştirmesine neden olmaktadır.

Yerel yönetimlerdeki değişiklik, Türkiye’de sermaye sınıfının başlangıçtan itibaren siyasi iktidar ve devlet mekanizmasıyla iç içe oluşunu değiştirmiyor. Tersine, İstanbul gibi bir şehirde yerel yönetimin değişmiş olmasıyla birlikte sermaye sınıfının iç gerilimlerinin yükselme olasılığı artmıştır. Ekrem İmamoğlu’nun burada izleyeceği siyaset, sermaye sınıfının bütününü temsil eder hale dönüştüğü ölçüde daha ileri taşınabilir. Dolayısıyla İmamoğlu yönetimindeki İstanbul Büyükşehir Belediyesi, bir dizi sosyal belediyecilik anlayışının yanısıra, önümüzdeki dönem Türkiye siyasetinde “bir model” olarak toplumun önüne koyulacaktır.

Düzen siyasetinin zayıf karnı ya da gerçek “topal ördek”

Dananın kuyruğunun koptuğu yer tam burasıdır.

Başkanlık rejimi ile bir yıl içinde ciddi bir temsiliyet ve meşruiyet sorunu ile karşı karşıya kalan düzen siyasetinin, İmamoğlu türü “birleştirici figür” ile sorunları çözmeye çalışması olasıdır. Ancak, “demokrasi cephesi” olarak görülen tarafın rejimin eski dayanak noktaları olan Davutoğlu, Babacan veya Gül ile işbirliği yapma olasılığı doğmaktadır. Nitekim CHP’nin günümüzdeki çizgisi, bu işbirliğini yapmaya müsaittir. Böyle bir işbirliğinin İmamoğlu tipindeki bir aktörü öne çıkartması işin doğal sonucu olacaktır. Düzen siyaseti açısından değerlendirildiğinde siyasi partilerin kişiliksizleşmesi, kimliksizleşmesi ve aynı sınıfın ortak temsilcisi haline dönüşmesi tek çıkış yoldur.

Öte yandan, düzen siyaseti ile emekçi kitlelerin istekleri arasındaki çelişki düne göre azalamaz. Kriz koşulları, bu çelişkinin daha fazla derinleşmesine neden olacaktır. Buradaki esas sorun, temsiliyetin ve meşruluğun yitirildiği bir noktada ilerici bir çıkışın şartları oluşmazsa, gericiliğin ve faşizmin eskisinden daha güçlü bir biçimde toplumun önüne getirilmesi olacaktır.

Bu nedenle, sosyalistler açısından önümüzdeki dönemin görevi, şu ya da bu sermaye aktörünün peşinden koşmak değil, meşruluğu azalan düzenin tüm temellerini sarsacak bir devrimci çıkışın sağlanmasıdır. Bu görev sosyalistleri, dümenin başına geçmeye çağırmaktadır. Bu görevi yerine getirmek için sosyalist siyasetin stratejisini yeniden kurması ve üretmesi şart.  Aksi durumda, gerçek topal ördek, sosyalistlerin kendisi olacaktır.