FETÖ: Bu düzenin kendisi...

FETÖ: Bu düzenin kendisi...

28-07-2019 07:02

Düzen muhalefetinin “dostlar alışverişte görsün” kabilinden itirazları karşısında komünistlerin ise yaşananları "Tayyip Amerika'ya, Fethullah'ın yanına" sloganıyla bütünüyle karşısına aldığını bir kez daha tarihe not düşmek isteriz.

Sermet Toprak

“Menzil’in işadamları örgütü var aynı FETÖ gibi. Gençlik yapılanması var aynı FETÖ gibi. Kanalı var aynı FETÖ gibi. Uluslararası yardım ağı var aynı FETÖ gibi. FETÖ nereden kalkmışsa bu orada oturuyor. Süleymancılara gelelim… Anadolu’da toplam 4 bin tane özel yurt var. Bunların 3 bini Süleymancıların. El konduğunda Fethullahçıların varlıkları neydi? 34 hastane, 1411 okul, 995 yurt, 1326 dernek, 15 vakıf üniversitesi, 31 sendika ve konfederasyon, 733 dersane, 70 tv ve radyo, 109 yayınevi ve kuruluş, 3 bin 361 taşınmaz, ayrıca 33 ilde 694 şirket… Bunların da bu aşamaya ulaşması mı bekleniyor? Düne kadar kurban derisi için birbirini bıçaklayan bu gruplar şimdi neden seçim önceleri siyasi beyan açıklıyorlar? Hangi ihtiyaca binaen? Devletten bir şey mi aldılar? Bakın, FETÖ’nün kendisi gitmiş, gölgesi yerli yerinde duruyor. Onun bıraktığı boşluğu doldurmaya niyetli olanlar var. Bugün adliyelere gidin, ‘Hakyolcular güçlü’ deniyor. Hakyol İskenderpaşa tarikatına bağlı bir vakıf. Emniyette şu grupla bu grup arasında konumlar paylaşılmış deniyor. Bu kadar rahat konuşuluyor işte. Kimse bunun üzerine gitmiyor.”

Alıntıladığımız sözler henüz yazımıza başlarken, TV’deki tartışma programlarından birinde konuk olan ve muhalif kimliğiyle bilinen popüler bir gazeteci tarafından sarf ediliyordu. Yasalara bakıldığında anayasal suç teşkil etmesi beklenen bu anlatılanlar 2019 Türkiyesi’nin vahim gerçeğini resmederken, Ekim Devrimi’nin etkisiyle kurulmuş bir ülkenin 96 yıl sonra bu şekilde anlatılır hale gelmesi de bir büyük trajedi olarak önümüzde duruyor.

Kurdukları vakıf ve dernekler aracılığıyla faaliyet gösteren ancak esasında laik cumhuriyet düzenini dini esaslara göre değiştirmeyi hedefledikleri açık olan bu yapıların faaliyetlerinin artık ciddi bir tartışma konusu haline gelmesinin altında hiç kuşkusuz ‘FETÖ’ deneyimi yatıyor.  17-25 Aralık operasyonları sonrası ‘paralel yapı’, 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana da ‘FETÖ’ tanımlamasıyla Türkiye’nin gündeminden düşmeyen bu yapılanmayla ilgili bugüne dek çok şey yazıldı ve tartışıldı.

Resmi rakamlara göre 251 kişinin hayatını kaybettiği, ülke tarihinin en kanlı darbe girişiminin sorumlusu olarak gösterilen bu yapı, yakın döneme kadar İslamcı örgütlenmeler içerisinde etki alanı ve gücü en büyük olan özne olarak öne çıkıyordu. Gülen cemaatinin mazisine baktığımızda ilk nüvelerinin siyasal İslam’ın ortaya çıkışına paralel olarak atıldığı görülüyor.

Parola: Komünizmle mücadele

Cumhuriyet, emperyalizme karşı mücadelenin neticesinde doğmuştu ancak sınıfsal karakterleri gereği açık bir şekilde anti-komünistti ve politikalarını da işçi sınıfının iktidara aday bir siyasi özne haline gelmesini engellemek üzerine kurmuştu. 1923’te kazanılmış bağımsızlığı pekiştirmek ve kazanımları ilerletmek yolunda başlangıçta Sovyetler Birliği ile kurulan ilişkiler, yönetici sınıfın tercihiyle Soğuk Savaş’la birlikte sosyalist bloğa karşı emperyalizmin “ileri karakol”u olma görevinin üstlenilmesine dönüştü. Bu seçim sonrası Türkiye siyaseti dışarıda olduğu gibi içeride de tamamen ABD merkezli emperyalist ilişkilerin kurallarına göre şekillendi. Toplumsal dönüşümün laiklik ve aydınlanma temelinde sağlanması hedefiyle atılan Köy Enstitüleri gibi adımlar yerini “komünizm” tehlikesine (!) karşı dinci ve milliyetçi nesiller yetiştirmek için hayata geçirilen zorunlu din derslerine, imam hatiplere ve devlet destekli şeriatçı/faşist yapılara bıraktı.

İşte Fethullahçı hareket de sola karşı sahiplenilen Türk-İslam sentezinin ikliminde palazlandırılan tarikatların gericiliğin toplumsal tabanını oluşturmak için sahaya sürüldüğü bu dönemde kendini gösterdi. Diyanet’in bir imamı olarak ortaya çıkan Fethullah Gülen’in, Nur cemaatinin kurucusu Said Nursi isimli gericinin öğretilerinden yola çıkarak oluşturduğu hareketi, zaman içerisinde gelişip her hükümet ve düzen partisiyle ilişkisi olan bir güce dönüştü. Burada Fethullah Gülen’in Adnan Menderes’ten Süleyman Demirel’e,  Turgut Özal’dan Tayyip Erdoğan’a kadar Türkiye sağını birleştiren Komünizmle Mücadele Derneklerinin, Erzurum’da kurulan şubesinin kurucusu olduğunu da vurgulamak gerekiyor

Devlet eliyle büyüyen “Terör Örgütü”

Başlangıçta öğrenci yurtları ve örgütlenmeleri ile yapılanan hareketin kırılma noktasını 1980 askeri darbesi oluşturdu. Zira işçi sınıfının iktidar mücadelesine karşı yapılan darbe sonrası iktidarı eline alan paşaların döneminde hazırlanan anayasa ile gericilik anayasal güvenceye kavuşmuş oldu. Diyanet İşlerini güçlendirip tarikatlara ve yeşil sermayeye istedikleri gibi at oynatma yolunu açan darbeciler attıkları bu adımlarla bugün kendi kurumlarının dahi bir tarikata teslim edilmesi gibi ihanetle anılacak bir dönemin aktörü oldular.

90’lı yıllarla birlikte eğitim başta olmak üzere her alanda yürüttüğü ticari faaliyetleri ilerleten Fethullahçı hareket, bu dönemde artık sermaye sınıfı içerisinde artık bir güç haline geldi. Düzen siyasetinin “Hizmet hareketi” olarak pazarladığı hareket, eğitim başta olmak üzere hemen her sektörde şirketleşip mali ihtiyaçları için dev bir kaynak yarattı. Tayyip Erdoğan’ın, Abdullah Gül’ün ve Tansu Çiller’in cemaate ait Bank Asya’nın Altunizade’deki ilk şubesinin açılışında boy gösterdiği fotoğrafı, bugün suç ortaklığının sayısız belgesinden biri olarak paylaşılıyor.

Daha önce attığı “tohum”ların neticesinde bu dönemde bürokrasi içerisinde de kadrolaşan cemaat, özellikle yargı, emniyet ve orduda yayılıp etkinlik kazanmaya başladı. Ve bu süreç şimdilerde AKP’nin başını çektiği düzen aktörlerinin söylemlerinin aksine bile isteye, toplumun gözü önünde cereyan etti. 28 Şubat sürecini sergilediği tavırla zarar görmeden atlatan cemaat, bürokrasi içerisindeki bu gücüyle 2002 yılında iktidara gelen AKP’nin “doğal” bir unsuru oldu.

AKP’nin vurucu gücü

Ortağı olduğu iktidarın ilk yıllarında bürokrasideki gücünü tarihinin en üst düzeyine çıkaran cemaat, polis ve yargıda yaptığı tahkimatı 2007 itibari ile harekete geçirdi. Ergenekon, Balyoz, Odatv, KCK  operasyonlarıyla çeşitli muhalefet dinamiklerine yönelik tasfiye hareketlerine başlayan cemaat, bu vuruşlarıyla aslında devlet ve siyasette “yeni Türkiye”nin yollarını düşüyordu.

Öte yandan düzen muhalefetinin “dostlar alışverişte görsün” kabilinden itirazları karşısında komünistlerin ise yaşananları “Tayyip Amerika’ya, Fethullah’ın yanına” sloganıyla bütünüyle karşısına aldığını bir kez daha tarihe not düşmek isteriz.

Kılıçlar çekiliyor

Yargı eliyle yapılan kumpasları seçim zaferlerinin izlediği bu gerici dönüşüm süreci yıllar yılı böyle doludizgin sürüp giderken kapitalizmin doğası gereği güç ve mal paylaşımı sorunu ortaya çıktı. 2012’de MİT müsteşarının ifadeye çağrılmasıyla başlayıp dersane tartışmasıyla devam eden kavga, 17-25 Aralık operasyonlarıyla açık bir çatışmaya dönüştü. Ancak yasama ve yürütme erkini elinde bulunduran AKP, kendi içinden yediği bu hançeri devlet içerisindeki kliklerin desteğini de arkasına alarak tersine çevirmesini bildi. Cemaatin giriştikleri operasyonlarla misyonları açığa çıkan yargı ve emniyetteki kadrolarının adları da sonuçsuz kalan ve kendilerine dönen bu adımları nedeniyle “kamikaze”ye çıktı.

2016’da “terör örgütü” ilan edilen ve devletin ‘FETÖ’ olarak adını koyduğu cemaatin yargı ve emniyette yapılan tasfiyelerin ardından ordu içerisinde ne kadar kadrosu olduğu konusunda muhtelif iddialar dile getiriliyor ve darbeye kalkışacabilecekleri yönünde uyarılar yapılıyordu. İşte dünyada siyasal İslam’ın düşüşe geçtiği bir sürece de denk düşen bu “yol kazası”, sonunda bir zamanlar “laikliğin bekçisi” olarak nitelendirilen TSK’da da su yüzüne çıktı. 15 Temmuz 2016 akşamında, cemaat ile bağı olduğu belirtilen ve kimi emperyalist merkezlerden destek alan askerler üslerde komutayı ele geçirmeye, yolları ve köprüleri kontrol altına almaya, radyo ve televizyonları işgal etmeye kalkıştı. Hava araçlarıyla Meclis’i, emniyet binalarını ve MİT’i ateş altına alan darbeci askerler, sivil halktan da yüzlerce kişinin ölümüne yol açtı. Darbe girişimi emir komuta zincirinin hızlıca çözülmesi ve bastırma önlemlerinin etkili şekilde uygulanmasıyla başarısız oldu. İki İslamcı gücün devlet aygıtlarıyla yaptığı savaş, yenilen gücün son önemli mevzisi olan ordudaki ayağına karşı başlayan büyük bir tasfiyeye yol açtı. İçlerinde generallerin de olduğu on binlerce askeri personelin orduyla ilişiği kesildi. Ancak yaklaşık 3 yıldır hemen her gün yapılan operasyonlarla gelinen noktada ordudaki cemaat yapılanmasının bitirildiğini kimsenin söyleyemediği biliniyor. Sözgelimi darbe girişiminin yıldönümü öncesinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan yapılan açıklamada, “FETÖ’nün TSK içerisine sızmış ve halen deşifre edilemeyen mensuplarının sayıca darbe girişimine katılanlara oranla daha fazla olduğu” belirtilmişti.

Cumhuriyet’i de kendisiyle birlikte bitirdi

Ergenekon-Balyoz tasfiyeleri sonrası ordunun başına geçişi için önü açılan ve Genelkurmay Başkanlığına getirilen Hulusi Akar’ın dahi söz konusu yapıyla bağı olduğunun kimi emekli askerlerce iddia edildiği bir tabloda hiç kuşkusuz ki gerçek bir “arınma”dan söz etmek de mümkün olmuyor.

Netice olarak devletin solun etkisini kırıp durdurmak adına büyüttüğü bu tarikat gücü, İslamcılıkla piyasacılığın ve İslamcılıkla Amerikancılığın birbirini tamamlayan faktörler olduğunun Ortadoğu coğrafyasındaki en büyük örneklerinden biri olarak tarihe geçti. Sermaye sınıfının emrinde kemirile kemirile iki İslamcı gücün eline düşen Cumhuriyet, tarihinde yaşadığı bu belki de en büyük trajediyle fiilen başlayan çöküşünü de resmen de yaşamaya başladı…

Son sözü bir cümle ile söylemek gerekirse, kuyruğunu kovalayan kedinin yaptığı ne anlama geliyorsa güya ‘FETÖ’nün peşinde olan AKP’nin de yaptığının bir farkı olmadığını, zira ‘FETÖ’nün bu düzenin kendisi olduğunu belirtmek isteriz.