Dış politikada AKP’nin zikzakları ve “istemem yan cebime koy” siyaseti

Dış politikada AKP’nin zikzakları ve “istemem yan cebime koy” siyaseti

07-09-2019 07:45

Eksen kayması” olarak tarif edilen, Türkiye’de de özelikle ulusalcı çevreler tarafından Türk dış politikasının Avrasyacı bir eksene (ki Avrasyacılığın ne kadar tam bağımsızlık anlamına geldiği ayrı bir tartışma konusudur) yerleştiğinin iddia edildiği bu sürecin belli oranda Ortadoğu’da çıkan belirli dengelere oturmaya ya da buralarda pazarlık zemini aramaya çalıştığı doğrudur.

Neşe Deniz Babacan

 

AKP dönemi Türkiye’nin dış politikasının geldiği noktayı ifade etmek için eksen kayması, bağımsız dış politika, dış politikada otonomi arayışı vb. kavramlar ve değerlendirmeler gündeme geliyor. Bunların ne kadar doğruluk payı taşıdığı tartışma konusu olmakla birlikte Türkiye’nin kapitalist düzeninin ülke dışındaki arayışlarının emperyalizm işbirlikçiliğinden ne kadar soyutlanabileceği tartışması bir diğer taraftan gündeme alınmak zorunda.

AKP cenahının tarihçileri, siyasetçileri, dış politika uzmanları, yandaş kalemleri ve bürokrasi içindeki unsurlarına bakıldığında, Türkiye sermayesinin yönelimlerinden bağımsız bir dış politika resmi çizildiğini ve yaşananların son birkaç yıla sıkıştırılarak genellemeye gidildiğini görebiliyoruz.

Halbuki ümmetçilik ve Osmanlıcılık ile harmanlanmış bir emperyalizm işbirlikçiliği, kapitalizme biat kültüründen ve siyaset tarzından yukarıda bahsettiğimiz yönelimlerin çıkması neredeyse imkansız. Elde kalan ise açık söylemek gerekirse oportünizme varan bir pragmatist hat ve aslında Türkiye’nin olmayan dış politikası. Öncelikle bunu ifade etmekte fayda bulunuyor.

AKP’nin ve dolayısıyla Türkiye’nin dünya üzerinde emperyalist ülkeler ve diğer büyük güçler ile yaptığı dansları bağımsızlıkçılık ya da dış politikada otonomi olarak yutturmaya çalışanlara karşı emperyalizm tarafından eksen kayması eleştirisi gelmesi de şaşırtıcı değil. Son tahlilde emperyalizm kendinden zayıf olan işbirlikçisini her daim yanında tutabilmek ve onun kendisine yaranmasının önünü açabilmek için bu eleştiriyi gündeme getirmekte, eleştirinin muhatabı ise aslında eksen kayması olmadığını kanıtlamak için daha fazla işbirlikçi politikalara sarılmaktadır.

Bu bahsettiğimizin cisimleşmiş halini iktidarın bir numaralı tetikçi gazetecilerinden Cem Küçük’ün bir televizyon programında ifadelerinde görebiliriz. 2017 yılında, Mavi Marmara hadisesi ile ilgili değerlendirme yapan Küçük şunları söylüyordu:

“Artık AK Parti’nin bu radikal İslamcılarla da, yani Mavi Marmara’daki o manyak tipler yani kafadan İsrail düşmanı, kafadan düşmanı, kafadan her şeye düşman bir tip var, yani garip garip tipler var böyle. Bunlarla da bu yolların ayrılması lazım. Bana göre şu saatten sonra, Tayyip Bey bunu yapacaktır diye tahmin ediyorum, şu batıyla olan ilişkileri, Amerika’yla ve İngiltere’yle olan ilişkileri artık yoluna sokup biraz daha bu işlere bakmamız lazım gerekir diye düşünüyorum.”

Bu verdiğimiz örnek işin bir tarafını oluşturuyor. Diğer tarafında ise Türkiye kapitalizminin iktisadi yönelimleri ya da çıkarlarından bağımsız bir dış politika çerçevesi çizilmesinin saçmalığı var. Bunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Bölgede Türkiye kapitalizminin Irak ve Suriye dışında açılabilecek bir zemini bulunmuyorken, bunların çok üstünde büyük bir politika atfedilmesi hem Türkiye sermayesini olduğundan çok büyük göstermenin ötesinde, “milli burjuvazi” tartışmalarını beraberinde getiriyor.

BOP’tan Arap Baharı’na ve oradan günümüze AKP’nin zikzakları

2000’lerin başından itibaren başta ABD olmak üzere emperyalizmin Ortadoğu politikalarının parçası ya da temsilcisi olan AKP iktidarının, Türkiye burjuvazisi tarafından Soğuk Savaş dönemi Türk dış politikasının temel argümanı olan anti-komünizmin gündemden düşmesi ile birlikte ortaya çıkan boşluğu doldurmak için bir fırsat olarak görüldüğü açıktır.

Burada yükseltilen Avrupa Birlikçilik ve özellikle Irak ve Suriye politikalarındaki Amerikancı hattan geriye bu odaklardan istediğini alamayan ama buna isyan eden pazarlıkçı bir çizgi kalmıştır. Buradaki duruşun çok açık bir şekilde “diz çökerken isyan”* halinde olarak tanımlanması yanlış bir değerlendirme olmayacaktır.

“BOP eş başkanlığı” üzerinden Ortadoğu’daki emperyalist yayılmacılığın parçası hatta koçbaşı olmaya çalışan bir iktidar Arap Baharı’na müdahale eden emperyalist barbarlığın da parçası olmuş ve hatta kendini “Ilımlı İslamcı” model bir iktidar olarak bile görmeye başlamıştı. Emperyalizmin tercihlerinde ve yönelimlerinde çeşitli farklılaşmalar olunca “stratejik derinlikte” boşa düşen, bu duruma ayak uyduramayan AKP iktidarı adım adım “istemem yan cebime koy” politikasına doğru geçiş yaparken elbette Türkiye sermayesinin çıkarlarını gözeten bir noktada durmak zorunda olduğunun da bilincinde olsa gerektir. Hatta bunun zorlandığı çeşitli örnekler de mevcuttur.

Katar ile Müslüman Kardeşler destekçiliği üzerinden yapılan işbirliği zemini vesilesiyle ulusal savunma sanayinin parçası olan Tank Palet fabrikasının Katar ile AKP yandaşı Ethem Sancak’ın BMC şirketine peşkeş çekilmesi bunun örneklerinden biri olarak görülebilir. Yine güncel bir örnek olarak Sudan’daki darbe sonrasında askeri yönetimi öncelikle eleştiren sonrasında ise kurulan geçiş hükümetini nedense bir anda destekleme kararı alarak çark eden AKP iktidarının Türkiye sermayesinin Sudan’daki yatırımlarına dair aldığı sözlerin olduğunu düşünmemiz mümkündür.

“Eksen kayması” olarak tarif edilen, Türkiye’de de özelikle ulusalcı çevreler tarafından Türk dış politikasının Avrasyacı bir eksene (ki Avrasyacılığın ne kadar tam bağımsızlık anlamına geldiği ayrı bir tartışma konusudur) yerleştiğinin iddia edildiği bu sürecin belli oranda Ortadoğu’da çıkan belirli dengelere oturmaya ya da buralarda pazarlık zemini aramaya çalıştığı doğrudur. Ancak bunun dış politikada tam bağımsızlık, emperyalizme karşıtlık, bölge devletleri ile barış politikası eksenine yerleştiğini söylemek mümkün değildir. AKP iktidarı elindeki kozları belli bir çerçevede kullanmaya çalışırken aslında siyasetsizliğin siyasetini yapmaktadır. Ümmetçi, yeni Osmanlıcı, işbirlikçi siyasetin eninde sonunda geldiği nokta burası olarak görülmelidir.

Somut ve pratik olarak Suriye’de İdlib pazarlığı yaparken hem cihatçılara sahip çıkmaya hem de Rusya ile ilişkileri korumaya çalışan; Fırat’ın batısında hem Kürt siyasi hareketinin fiili yönetimlerini karşısına alan ama aynı zamanda ABD ile güvenli bölge anlaşmasına giren; Irak’taki Kürt devletleşmesine ABD taş koyunca karşı çıkan tersi durumda Barzanici kesilen AKP iktidarının dış politikadaki bu yönelimlerinin çok sevdikleri “millilik” iddiası ile uzaktan yakında ilgisi yoktur. NATO üyeliğinin nimetlerinden faydalanan, Suriye’deki meşru iktidarı hala düşman olarak gören, emperyalist planlara karşıymış gibi görünüp pazarlıkçılık yapan ve eninde önünde destekleyen AKP’nin riyakarlığı açıktır.

Zaten Türkiye işçi sınıfının ihtiyacı da yurtsever ve devrimci bir iktidar, bağımsızlıkçı bir dış politikadır. Gerisi Türkiye sermaye sınıfının ve emperyalizmin ihtiyaçları ile ilgilidir. AKP’nin tam da bunlarla ilgili bir mesai yürüttüğü asla unutulmamalıdır.

* “Diz çökerek isyan” tanımı Lenin’in adını vermediği “bir Marksist”e aittir. Materyalizm ve Ampriyokritisizm kitabının giriş bölümünde bu aktarımı yapmıştır. O dönemki felsefi revizyonistlerin içinde bulunduğu durumu açıklamak için kullanılan bir tanımdır. Bugün AKP iktidarı için bunu kullanmamız ise tesadüften ibarettir.