Bir seçim istismarı olarak Türkiye’nin bekası

Bir seçim istismarı olarak Türkiye’nin bekası

03-03-2019 09:10

Türkiye’nin emperyalist planlar çerçevesinde yürüttüğü ve ağır bir yenilgi alan savaş politikasının ortaya çıkan faturasından sorumlu olanların seçimlerde istismar ettikleri “beka sorunu” koltuklarını korumaktan öte bir anlam taşımıyor.

ZAFER AKSEL ÇEKİÇ

Türkiye’nin duvara toslayan “Yeni Osmanlı” siyasetinin sonucu, en özlü şekilde ifade edecek olursak, bugün Türkiye’nin sınırlarının emperyalist operasyonlara açılmış olması. AKP’nin 1923 Cumhuriyeti’nin denge siyasetini terk ederek emperyalizmin bölge planlarında rol üstlenmek üzere öne atılması Ahmet Davutoğlu’nun kitabında kurduğu hayalin tam tersi bir hal aldı.

Türkiye’nin yerel seçim gündeminin bu siyasetin ve başarısızlığın sorumlularının ülkeyi “beka sorunu” söylemiyle esir almaya çalışarak ikinci bir felaketin kapısının aralanması ise belki esas “beka sorunu” sayılmalı.

Ortadoğu’da emperyalist planların çizdiği Kürtlerin statü kazanması sürecinde Mesut Barzani ile Amerikancılık’ta ortaklaşıp önünü açan ve bunun karşılığında Kürtlerin “hamiliği”ni üstlenmeye çalışan Türkiye’nin Suriye’deki başarısızlıkla kendi sınırlarını tartışmaya açtırmış olması bugün sermaye partilerinin üstelik yerel bir seçimin mezesi olarak kullanamayacağı bir fiyasko olarak görülmeli.

Büyük Ortadoğu’nun başındaki Türkiye

Liberallerin yıllarca “demokrasi” diye anlattıkları “2. Cumhuriyet” projesi İslamcıları sistem içine çekerken Kürtlerle de barışacaktı. Bunun için AKP kurulmuş ve işlevlendirilmişti. AKP’nin rüştünü ispat ettiği bir sürecin ardından önce devletin yeniden yapılandırması geldi. Bu aşama aynı zamanda inisiyatifin Gülencilerin polis ve yargı içindeki uzantılarında olduğu bir operasyonlar dönemi oldu. Bu projeye karşı devlet içindeki dirençte geliştiren veya direncin bir uzantısı olan unsurlarla birlikte bu süreçte baş ağrıtabileceği düşünülen muhalif unsurlar derdest edildi. 2010 referandumu bu sürecin devletin tamamen AKP’nin bugün FETÖ olduğuna kanaat getirdiği yapılanmaya devredilmesi anlamında tepe noktasını oluşturdu.

Daha sonra ise rüştünü ispat eden ve devleti dönüştüren AKP’nin dış politika atılımı dönemi başladı. Önceleri “sıfır sorun” denilerek başlanan bu atılımın temel varsayımı Müslümanların bir “ağabey” etrafında bir araya getirilerek bir İslamcı kimlik etrafında emperyalist düzene bağlanabileceğiydi. Türkiye’de tarihsel bir bağ kurabilmek için Osmanlı’nın “yeni” hali olarak pazarlanması uygundu. Bu arada Kürtlerle barış sağlanarak Irak ve Suriye başta olmak üzere yeni bir yönetim modeli de gündeme gelecekti. Bu sürecin yeterli olmadığı anda “Arap Baharı” devreye girdi. Türkiye bu sefer askeri roller de üstlenecekti.

Bu proje en nihayetinde Suriye’nin olağanüstü direnciyle duvara tosladı. Elbette Türkiye’de yaşanan dinci gerici karşı devrim sürecine karşı biriken toplumsal öfke de AKP’nin manevra alanını iyice daralttı. Türkiye boyundan büyük işlere kalkıştığını; patlayan bombalar, kıyısından dönülen savaşlar ve Demokles’in kılıcı gibi kafasının üzerinde sallanan kalın bir suç dosyası ile terbiye edilmeye çalışılırken öğrendi. Bu hesapların ve Kürtlerle barışmanın sağlanamaması ile emperyalizm yeni aktörleri devreye soktu.

Büyüyemeyen Türkiye’nin tartışmaya açılan sınırları

Bu çerçevede, bir hesap, Türkiye’nin Kürtlerle kurulacak bir federasyonla sınırlarını genişletmesi ihtimaliydi. “Değerli yalnızlık” batağına saplanan Türkiye bu hayallerinden erken vazgeçse de emperyalizm bölgeyi şekillendirmek için yedekte tuttuğu “Kürt kartı”nı kullanmakta çekinmedi. Siyasal İslam’ın cihatçıları kontrol etmekte başarısız olması sonrasında emperyalizm, bir yandan Irak’ın kuzeyinde kurulan bölgesel yönetim diğer yandan Suriye’nin kuzeyindeki Kürt hareketi üzerinden “B planı”nı devreye sokmuş oldu.

Bu durum, büyüyemeyen Türkiye’nin küçülmesi tehlikesini de ortaya çıkardı. Büyümenin esas olarak AKP politikalarını aşan bir yanı olduğunu da hatırlamak gerekir. Başbakanlıktan indirilmesi için türlü oyunlar oynanan Bülent Ecevit’in 2004 yılında Mustafa Kemal’in İsmet İnönü’ye ve onun da kendisine aktardığı “ilk fırsatta alınsın” denilen “Musul vasiyeti”ni açıkladığını da hatırlayalım. AKP’nin bu anlamda yeni bir yöntem önerdiği de söylenebilir.

Bununla birlikte Türkiye’nin emperyalist planlar çerçevesinde yürüttüğü savaş politikasının hangi gerekçe ve yöntemle olursa olsun yanlış olduğu, kendi sorunlarını derinleştirdiği, kendi varlığını tehlikeye düşürdüğü konusunda artık şüphe olmaması gerekiyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu mevcut durum bunun canlı delili niteliğinde.

Suriye’de savaşamamanın bedeli

AKP ile Öcalan ve Kürt hareketi arasında yürüyen görüşmelerde Suriye’nin iki taraf açısından da kırmızı çizgi olduğu biliniyor. Türkiye için Suriye’de kanton yapılanması uygun sayılmazken Kürt hareketi de Suriye’deki boşluktan yararlanmamak gibi bir seçeneği kabul etmiyor.

Bu gerilim sonuçta “Çözüm Süreci” masasının dağılmasına neden oldu. Devlet, aslında çok önceden beri orada olan hendekleri bahane ederek kentleri yok eden bir saldırıya girişirken; Kürt hareketi ise hendeklere dayanan bir “özerklik” ilanıyla süreci yönetemediği bir yolu tercih etti. Yok olan kentler ve ölen onlarca insan, esas olarak Suriye’de çatışamayan Türkiye ve PKK’nin savaşı Türkiye’ye taşımalarının bir sonucu oldu.

Bugün Türkiye, “Arap Baharı” sürecinde cihatçı çeteler aracılığıyla Suriye’yi istikrarsızlaştırmasının bedelini ödememek için gayret göstermek zorunda. Türkiye, emperyalizmin planlarına dahil olurken ne bir B planı ne de bir geri çekilme hesabı yapmadığı gibi Suriye ile sınır komşusu olduğunu dahi unuttu. Hiçbir esnekliği olmayan bir politika, sahada istenilen sonuçlar elde edilmediğinde emperyalizm için yeni kartların çekilmesini getirirken bu Türkiye’yi bütünüyle köşeye sıkıştırdı.

Türkiye bölünmemesi için

Türkiye’nin 1984’ten bu yana en temel tartışma başlıklarından olan “bölünme” sorunu bugün emperyalizmle geliştirilen 70 yıllık ittifakın bir sonucu olarak hiç olmadığı kadar gerçek bir tehdit haline geldi. Reel sosyalizmin çözülmesinin ardından geçmişte Bosna ve Kosova’da, bugün Suriye’de başka ülkelerin NATO şemsiyesi altında bölünmesine katılan Türkiye, aynı tehdidin üstelik müttefiklerince kendisine yöneltilmesinden “şaşkın” bir haldedir.

Ama Irak işgali sonrasında doruk noktasına ulaşacak şekilde Barzani’yi destekleyen, sahnede birlikte poz veren, Ankara’da Kürdistan bayrağıyla ağırlayan bir devlet aklının bugün “bağımsızlık” için referandum yapılmasına karşı çıkması da Suriye’de her on kişiyi bir araya getirip silahlarla donatıp çeteleştiren bir devlet aklının bugün o silahların kendisine dönmemesi için en sert çözümlere sığınması da bir çözüm getirmiyor.

Türkiye’nin bir “beka sorunu” vardır. Hep dediğimiz gibi, bu durum NATO üyeliğinin faturası olarak Türkiye’nin önüne çıkartılmış durumda. Bunun emperyalizme göbekten bağlı Türkiye tarafından tersine çevrilmesi mümkün değil. Ancak bir denge siyaseti izlenerek tartışmanın Türkiye’yi kapsamaması için “dua edilmesi” mümkün gözükmektedir. AKP iktidarının iş “dua”ya kalmışken iktidarda kalması bu bağlama oturan bir gerçekliktir.

Milliyetçi Cephe’nin hamaseti

Bütün bu çerçeve Türkiye’nin geleceğini tehdit eden tehlikeleri bizzat elleriyle kurmuş ve semirtmiş olan burjuva siyasetinin bugün bir kez de bu tehlikeleri gösterip onay istemesi kötü bir şaka bile değil maalesef.

Sermaye düzeni açısından büyükşehirlerde patronlar ve taşrada eşraf için rantın ve ihalelerin nasıl bölüşüleceği kavgasından ibaret yerel seçimlerde, bir patron partisinden aday gösterilmeyince bir başkasına geçip transfer olmuş futbolcu gibi pozlar ve demeçler verenlerden hangisinin musluğun başına geçeceğinin memleketin sınırlarıyla ilişkisinin gerçek olmadığı açık olmalı.

AKP ve MHP’nin sermaye devletinin güncel ihtiyaçlarına yanıt üreten ittifakının yerel seçimlerdeki başarısının önümüzdeki 3-4 yıllık seçimsiz süreçte sermaye düzeninin yeniden yapılanmasını kolaylaştıracağının düşünüldüğü görülüyor. Ama bunun için “ülkenin bekası” diye sığınılan hamasetten fazlasının gerektiği de açık olmalı.