Bir acziyet öyküsü: S-400, F-35 ve AKP

Bir acziyet öyküsü: S-400, F-35 ve AKP

07-09-2019 07:50

S-400’lere karşılık yapılan ‘anlaşma’ ile elde edilen finansmanın Pentagon’dan alınacak Patriot’lara aktarılması, “deaktif” S-400’lerin ise bir dönemin hatırası niyetine Ankara’nın göbeğine dikilmesi ‘bağımlılık’ denilen acizliğin kısa ve acıklı hikayesi olarak tarihte yerini alacaktır.

Nevzat Kalenderoğlu

 

Türkiye’nin güvenlik politikalarını Ruslarla işbirliği içerisinde güçlendirme arayışları gözleri ABD’ye ve olası yaptırım programlarına çevirdi.

Rusya’dan S-400 alınmasının uğultuları Erdoğan’ın cüretkâr ve köşeli konuşmalarına denk düşme anlarında yükselse de arka planda Türk Dışişleri Bakanlığı ve doğrudan Çavuşoğlu eliyle yumuşatıldı. Dış temaslar kapsamında bu ‘düzeltme’lere uygun zemin olmadığı durumlarda ise İbrahim Kalın gibi Cumhurbaşkanlığı başdanışmanları, ABD ve NATO ile ittifaklar başlıklı değinimleri ile Erdoğan’ın aksine yumuşak ve bağlılık içeren konuşmalarla günü kurtarmaya çalıştılar.

Erdoğan her ne kadar, ‘uçuyor mu bunlar?’ şeklindeki gözlemlerle dolu Rusya ziyaretinde Su-35 ve Su-57’ler için “Niye olmasın? Boşuna gelmedik ya buraya” dediyse de Çavuşoğlu, “F-35 almak istiyoruz, alamama durumunda alternatif bakacağız” diyordu.

ABD’nin Türkiye’yi F-35 programı ve NATO konseptinden çıkarma açıklamaları yerini hızla ekonomi sopasına bırakırken, Türkiye’ye dönük parmak sallamalar da kredi verip vermeme şekline büründü. Cevval Türk sağı Erdoğan’ın ABD’ye kafa tuttuğunu dile getirse de, günün sonunda iş ABD – Türkiye müteffikliğinin önemine ve Truımp – Erdoğan ilişkilerine geldi. Trump, “Erdoğan muhabbeti ve Türkiye sevdası” gereği, Senatoyu karşısına alma pahasına ‘yaptırım uygulamayalım’ diyecekti, ya da anlatılan hikaye buydu. ABD ve NATO başlıklı sert yazılar son satırlarını “yukarıdaki Trump hikayesinin gerçek olması için” ellerin semaya kaldırıldığı kadük ve umacı ifadelere bırakıyordu.

İki ülke, Doğu Akdeniz meselesi, ABD’nin cihatçılara bakışı, ABD’nin Suriye’deki Kürtlerle dirsek teması, güvenli bölge, İran planları gibi başlıklarda ayrım noktalarına sahip. Konjonktürel bir viraj olarak değerlendirilen tüm bu başlıklarda Türkiye’nin ‘somut çıkar’ adı altında anlık pazarlık gözettiği çok açık. ‘Yaptırım’ ifadesinin kendisi bile Türkiye’de ‘ayrılma’ tehdidi ile karşılanıyor. 75 yıldır gözetilen bu ‘stratejik’ pazarlık bugün belki de en sıkı ve stratejik halini aldı. Son 75 yıl dedik, zira tarihteki edinimlere göre davranmayı ezberlemiş Türkiye’nin ‘ayrışma kozu’nun Batı tarafından dikkate alınması gereği, Rusya’nın ise erketeye yatmış hali Türkiye dış politika stratejisinin özeti.

ABD’den yükselen sesler orada da ‘Türkiye’yi Rusya’ya itmek’ olarak okunuyor, içeride de. Anlaşmalar kökten ele alınmazken, Türkiye’nin defterinde “anti-emperyalizm” yazmayan kesimleri de bu süreci “Erdoğan eliyle Türkiye’nin Batı’dan kopartılması” olarak okuyor. Bir diğer hayalperest senaryo ise Türkiye’nin adım adım Avrasya’ya yaklaşıyor oluşu.

Türkiye’nin ABD ve NATO’dan kopuşu mümkün mü?

Türk sağı rahat kalem oynatıyor. Biliniyor ki; Türkiye’nin NATO’dan çıkması söz konusu değildir, NATO’dan Türkiye’nin çıkartılması da ihtimal dışıdır. Türkiye’nin sermayesi, ekonomisi; hatta savunması, ordusu, dünya görüşü, bağımlılık ilişkileri , Türkiye’nin NATO’dan çıkış ihtimalini dahi göğüsleyemez durumda. Anlaşılmak adına; Türkiye Devleti, çift kutuplu bir dünyada bile giremediği “alternatif” yola bugünün uluslararası koşullarında asla giremez. Pazarlık atmosferinin tozu biraz temizlendiğinde 67 yıllık imzalı ilişkiler, müttefiklik ve iş birliği ilkelerine sadakat, bölgedeki gelişmelerden haraketle ise dar bir yarıçapta salınım ihtiyacı bugünkü Türkiye’nin çıkışlarına eşlik ediyor.

Peki masanın diğer yanına baktığımızda NATO, Türkiye’yi gözden çıkarır mı? Bunun da yanıtı ilki kadar basit. NATO’nun ‘stratejik’ öneme haiz Türkiye topraklarına yerleşmesi, 2000’lerin başında yakın coğrafyada başlattığı ve henüz bir sonuca bağlayamadığı stratejiler de bu yanıtı son derece yalın halde verebilmemizi sağlıyor. NATO, tüm bu gerilim tiyatrosunda dahi Türkiye’deki mevcut topraklarına (evet topraklarına) milyarlarca dolar aktarmaya devam etti.

Suriye ve İran konusu, Batı’ya sopa olarak gösterilen cihatçılar, Akdeniz’deki yarışma başlıkları bugün iki aktörün omuzlarını daha da yakınlaştırarak müttefik olma halinin ihyasını zorunlu kılıyor. Emperyalist hiyerarşinin 1. ve 2. sırasındaki aktörlerin dünya krizi ortamındaki yarışı; hatta ilk sıradaki emperyalist devletlerin kendi arasındaki çekişmesi de bu ittifak durumuna fazladan önem katmaktadır.

Türkiye, Rusya ile ilişkilerinin müsebbibi olarak tarihsel olarak kullandığı argümanı kullanacak ve Batı’nın Türkiye’yi itmesini gösterecektir. Yalnızca Ortadoğu düzleminde bile fevkalade derin ayrışmalara rağmen girilen ilişkilerde her adım önünde sonunda Rusya-Türkiye ilişkisinin NATO’ya asla alternatif olamayacağının anlatıldığı bir finale erecektir.

İçeride ‘muhalif’ odak “Batı’dan, demokrasiden, hukuktan kopuyoruz” algısını örgütlemeye yönelirken; ‘yeni Erdoğancı’ların Avrasya hayallerinin hüsrana dönüştüğü bir gerçeklik, ‘pazarlıktan kazançlı çıktık’ konseptli milli ve geleneksel duruş, Türk halkının iç siyasette karşısında bulacağı tablo olacak.

Ayakları havada bir ‘millilik’ söylemi ile yapılan pazarlığın sonucu daha fazla bağımlılık olarak karşımıza çıkacaktır. ABD’nin ve NATO’nun Türkiye’deki işgalci ve kalıcı varlığı ise pekala halının altına süpürülecek, gösterilmeyecektir.

Belki önemli bir parantez açmakta fayda var; ABD-Türkiye ortaklığının hareket zemini olan siyasal islamın Ortadoğu’da yaşadığı kriz ve çöküş Türkiye’nin ABD ile ‘işbirliği’ noktasında kimi revizyonlara ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Özünde ‘idolojik ithal merkezi’ olarak Türk tipi ‘ılımlı islam’ modelinin verdiği sınav, ‘hamilik’ten doğan yükümlülüklerin yerini iki İslamcı bloka bırakması ve Ortadoğu’daki yeni kutuplaşma noktaları Türkiye’nin 10 yıllık konumunu değiştirmeye zorluyor.

Ortadoğu’da planlar görece olumlu seyrederken gözetilmeyen Rusya ile ilişkiler, yukarda tarif edilen misyon veya rol sendelediğinde kullanılan ilk argüman oluveriyor. Ayrılmanın planlanmadığı bir bağımlılık ilişkisinde el yükseltmek için yapılan çıkışların hepsi hafızalardaki ‘müttefiklik’ bilincinin parlatılmasına işaret etmektedir.

‘Kopuş’ ise bir tehdit argümanı değil, kurtuluşun yoludur. Ancak, ‘kopuş’ bağımlılık ilişkilerini sürdürme göreviyle iktidara yerleştirilen burjuva aktörlerin harcı değildir. Muhaliflik veya ‘yeni kuruluşlar’ bile, “biz müttefiklik vecibelerini daha iyi yürütürüz” uysallığı ile siyaset sahnesine giriş yaparken; bağımsızlık ve anti-emperyalizm bayraklarının sahipleri tarafından cesaretle açılması gerekiyor.

Hem NATO’ya biat edip hem Rus füzelerini Ankara’ya yerleştirmek bir akıl tutulması veya maceraperestlik değil, çok hayati başlıklarda ciddi sıkışmaların göstergesi kabul edilmelidir.

‘Muhalefet’ payesi verilen odakların, söz konusu NATO’culuk ve emperyalizmle işbirliği olduğunda AKP ile at başı yarıştığı gözlerden kaçmamalıdır. Türk sağı ise varlığını NATO’ya CIA’ya borçlu olduğunu bilerek doğasına uygun hareket etmektedir.

‘Güvenlik’ başlığında sunulan “stratejik yönelimleri başka bir odağa çevirme” eylemi, emperyalist-kapitalist sistemde yalnızca ‘güvenlik’ başlığında değerlendirilemeyecektir. Türkiye sermayesinin ve devletinin bu odaklar arasındaki tercihi ise on yıllardır son derece nettir.

S-400’lere karşılık yapılan ‘anlaşma’ ile elde edilen finansmanın Pentagon’dan alınacak Patriot’lara aktarılması, “deaktif” S-400’lerin ise bir dönemin hatırası niyetine Ankara’nın göbeğine dikilmesi ‘bağımlılık’ denilen acizliğin kısa ve acıklı hikayesi olarak tarihte yerini alacaktır.