Bilimi yazmak

Aslında en iyisi bilimi üreten kişinin onu topluma aktarabilmesidir. Ancak bu her zaman mümkün olamadığı için bilim gazeteciliği denilen bir kavram, bir iş ortaya çıkmıştır. Şurası açıktır ki, dünya bilimine katkınız ne derece büyükse, bilim gazeteciliğine, haberciliğine de ilgi ve gereksinim o denli fazladır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin bilim üretiminde önemli bir yerde olmayışı, bilim haberciliğini de görece önemsiz hale getirmektedir; genellikle durum çevirilerle idare edilmeye çalışılmaktadır.

Şöyle bir geçmişe bakıyorum da,  günlük soL gazetesindeki ilk bilim yazımdan beri 130 yazı geçmiş. Doğrusunu söylemek gerekirse çok fazla nazlanmadan öneriyi kabul etmiştim çünkü bunu bir görev olarak düşünmüştüm, hem soL’a hem de bilime.

Bilime diyorum çünkü bilgi üretmenin yetmediğini, üretilen bilginin hedefi olan toplumun da gelişmeler konusunda bilgilendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Aslında “düşünüyorum” da değil, böyle olması gerekiyor. Zaten bilimsel atılımın olmazsa olmaz koşullarından bir tanesi de budur ve ancak bu şekilde geniş kitlelerin bilime karşı sezgisel düşmanlığının önüne geçilebilir1. Bu konuda en iyi örnek Sovyetler Birliği olsa gerek. Başka kitaplarda olduğu gibi bilimsel kitaplar da yüksek satış rakamlarına ulaşıyordu orada. Üstelik sadece popüler bilim kitapları değil, ciddi bilimsel çalışmalar da çok okunuyordu. Örneğin, Dirac’ın Quantum Mechanics adlı kitabı İngiltere’de tüm zamanlarda sattığından daha fazlasını Sovyetlerde birkaç ay içerisinde satmıştı. Bu durum bir şairin (Voznesenski) yeni çıkan şiir kitabının okumasını bir stadyumda 14 bin kişiye yaptığı bir ülke için şaşırtıcı olmasa gerek.

Aynı sırada batıda durum iç açıcı değildi, C.P. Snow şöyle anlatır: “Geleneksel bir kültürün standartlarıyla yüksek bir eğitim almış oldukları düşünülen ve bilim adamlarının cehaletine inanamadıklarını gayet incelikli esprilerle dile getiren insanların bulunduğu toplantılarda birçok kez bulundum. Bir keresinde tahrik olup etrafımdakilere Termodinamiğin İkinci Yasası’nı kaçının anlatabileceğini sordum. Hem soğuk hem de olumsuz cevaplar verdiler. Oysa ‘Hiç Shakespeare okudunuz mu’ sorusunun bilimsel eşdeğeri denebilecek bir şeydi sorduğum. Şu anda inanıyorum ki, daha basit bir soru -mesela, “Okuma biliyor musunuz?”’un bilimsel eşdeğeri olan, “Kütle ya da hız ne demektir?” gibi bir soru- sormuş olsaydım bile, bu yüksek eğitim görmüş kişilerin on tanesinden en fazla biri onunla aynı dili konuştuğumu düşünürdü. Yani fiziğin büyük yapısı göklere yükselirken, Batı dünyasındaki en zeki insanların çoğunluğu onu en fazla neolitik çağdaki ataları kadar kavrayabiliyor”2

Aslında en iyisi bilimi üreten kişinin onu topluma aktarabilmesidir. Ancak bu her zaman mümkün olamadığı için bilim gazeteciliği denilen bir kavram, bir iş ortaya çıkmıştır.  Şurası açıktır ki, dünya bilimine katkınız ne derece büyükse, bilim gazeteciliğine, haberciliğine de ilgi ve gereksinim o denli fazladır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin bilim üretiminde önemli bir yerde olmayışı, bilim haberciliğini de görece önemsiz hale getirmektedir; genellikle durum çevirilerle idare edilmeye çalışılmaktadır.

Kapitalizm, bilim yazarlığını iki şekilde kullanmaktadır. Bunlardan ilki bilimsel gelişmeleri halka aktararak yeni gereksinimler yaratmak, daha doğru bir ifadeyle pazarı genişletmektir. Bu tür bilim yazarlığı aslında teknoloji yazarlığı biçimindedir ve ürünü tanıtır. Örneğin, arabaların fren sistemindeki bir yeniliği aktararak reklam yapılır ve sonuçta beklenen satışların artmasıdır. Diğeri ise bilimin gücünü anlatıp bir tür korku yaratmaktır. Bu korku önce bilimden, sonra da onu elinde tutan egemenlerden olur.

Evet, durum böyle ama bu kabul edilmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Bence her bilim insanı bilime kendi katkılarını doğrudan popüler tarzda yazmayı denemelidir. Eğer kendi yazamıyorsa, bu bilgiyi aktarmanın bir yolunu bulmalıdır. Bilimsel sorumluluk bunu gerektirir.


1Bernal JD. Bilimin Toplumsal İşlevi.  Çev: Tonguç Ok, Evrensel, 2011.

2Snow JP. İki Kültür. Tübitak, 2001.