Otoriterlik kader mi?

Dünyayı yöneten siyasi liderleri şöyle bir hafızamızda tazeleyelim. Fazla ürkmeyelim, tüm despotik yönetim ve edalarına rağmen onlar da bir gün sonlan(dırıl)acaktır! 

Prof. Dr. İzzettin Önder

 

Küreselleşmenin bütün yıkıcı hızıyla sürdüğü/sürdürülmeye çalışıldığı 21.yüzyılda ana gövde de sırada olarak öncelikle perifer konumlu devletlerde gittikçe artan oranda otoriter rejimler yükselmektedir. Peki, otoriter rejimler kaçınılmaz mıdır? Sürecin doğal sonucu mudur? Maalesef evet. Neoliberal yönelimler ve daha da önemlisi onu yönlendiren, biçimleyen ve piyasaya süren kapitalizm var olduğu sürece otoriterlik kaçınılmazdır. Hem de sadece devlet yönetiminde değil, tüm alanlarda otoriterlik ortaya çıkar, çünkü bir alanda baskı gören kişiler başka bir alanda baskıcı olabilirler. Böylece otoriterlik toplumun her bir dokusuna hızla yayılır. Hal böyle olunca da asıl hedefin ne olduğunun vurgulanması gerekir.

Asıl hedef kapitalizm ve onun günümüzdeki çirkin yüzü olan neoliberalizmdir. Niçin böyle bir giriş yaptığımın gerekçesini bazı deneyimlerimle açıklamak istiyorum. Söz konusu deneyimlerden pasajlar sunduktan sonra asıl meseleyi kısaca tartışmaya açacağım. Zaman zaman emekçi örgütlerin ya da sol çevrelerin seminer ya da konuşmalarına katılıyorum. Genelde katılırken mutlu başladığım hemen her toplantının sonuna doğru içimi derin bir hüzün kaplıyor. Çünkü heyecanla başlanan, sorunların detaylı biçimde sergilendiği hemen her toplantı sonucunun bir reçeteye bağlanırcasına, “peki, şimdi ne yapalım” söylemi ya da talebi ile sonlandırılıyor. Önerilerin farklı bir örgütlenme biçimi ya da farklı bir siyasi yelpaze arayışlarına yönelmesi yanlış değildir, ama yeterli değildir. Esas hedefin gözden kaçırılmasına neden olmaktadır. Örneğin, “sınıf bilinci” ya da “sınıf şuuru” diyebileceğimiz parti sloganı doğrudur. Bu slogan gibi, farklı sendikal örgütlenme modeli çağrısı da doğrudur, ama eğer hedef saptanmamışsa ne slogan ne de örgütlenme modeli fazla bir işe yarar, tüm öneriler ve umutlar zamanla sönüp gider. Hedef ise neoliberalizm ve onun ana dokusu olan yaşlı kapitalizm olmalıdır.

Evet, kapitalizm her hali ve tavrı ile artık yaşlılık alametleri sergiliyor. Her sistem gibi, organik bir doku misali kapitalizm de doğdu, yaşadı ve ölüme gidiyor. Bu süreç bugünden yarına ve doğrusal olarak gerçekleşmeyecek; uzun süre içinde ve inişli-çıkışlı devinimlerle sergilenecektir. Kapitalizmin ilk dönemlerindeki sıkışmışlık ve sömürü (Marx’a da ilham veren sömürü düzeni)  ikinci dönemde sosyal demokrasinin vasıtasıyla sömürünün hafiflediği ve daha az hissedilir bir aşamaya yerini bırakmıştır. Ancak şimdi içinde bulunduğumuz üçüncü dönem ilk dönemi aratacak bir sıkışmışlık ve sömürü dönemine evrilmiştir.

Bu aşamaları ileride farklı yazılara bırakıp bugüne hızla geldiğimizde, adeta kapitalizmin ilk dönemlerine doğru hareket ediyor olduğumuzu gözlemliyoruz. Şöyle ki, muazzam kaynak birikimi ve teknoloji ortamında açlık ve sefalet kol geziyor, fabrikalar tedricen kapanıyor, güneyden kuzeye intikam alırcasına yoğun akım yaşanıyor ve bugünkü konumuz olan otoriter yönetim yapıları çevreden başlayarak merkeze doğru mısır patlağı gibi oluşmaya başlıyor. Dünyayı yöneten siyasi liderleri şöyle bir hafızamızda tazeleyelim. Fazla ürkmeyelim, tüm despotik yönetim ve edalarına rağmen onlar da bir gün sonlan(dırıl)acaktır!

Öncelikle gelişmekte olan ekonomilerde başlayarak zamanla şimdilik bazı merkezlere de sıçrayan ve ileride hemen tüm kapitalist dünyayı kapsayacağı kesin gözü ile bakılan otoriterliğin tek sebebi kaynakların sıkışması ve bu ortamda yaşanan güç mücadelesidir. Kapitalizmin ilk dönemlerinde birikim için yoğun sömürü gerekirken-yaşanırken, günümüzde ise kâr oranlarının gerilemesi ve yaşanan sıkışıklıkta kademe kaybetmemek için yoğun sömürü gerekmekte-yaşanmaktadır. Dikkat edilirse, kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken olgu her iki aşamada da sermayenin söz sahibi olmasıdır. Sömürünün idamesi için otoriter yönetim gerekiyor. Çünkü sıkışıklık ortamında sermaye birikimi nedeniyle yoğun sömürü gerekirken, emekçi kesimleri ve işsizleri baskılamak için de otoriter devlet gereklidir. Zira devlet aygıtı sistemi meşrulaştırabilmek için, bolluk zamanlarında sermayeden aldığı kaynağı kullanır, ama daralma dönemlerinde sopa ile baskılayarak sistemi meşrulaştırma yoluna gider. Çünkü kaynak azalmıştır ve devlet de –namı diğer devlet baba da- emekçinin değil, sermayenin yanındadır sistem gereği.

Otoriterliğin meşrulaştırılıp, yaygınlaştırılması için neoliberalizmin sihirli formülü olan, kurumundan ve sosyal örgütünden soyutlanarak alt-kimliği ile özgürleştirilmiş birey(!) anlayışı devrededir. Böylece hem neoliberalizm perdelenerek anlaşılamaz olmakta hem de soyut birey somut sosyal güçlüklerle özgürce(!) mücadeleye sürüklenirken, aslında Tolstoy’un “Harp ve Sulh” romanındaki gibi, düşmanla karşılaştırılıp mücadeleci –hayvanlaştırılmış- konuma itilmektedir

Birey artık kendi başınadır ve başarı ya da başarısızlığın sorumluluğu kendi üstüne yıkılmıştır. Bu koşullarda doğal insan dürtüsü altında hayatta kalmaya güdülenmiş, hatta tüketime koşullandırılmış insan fırsatçılığı ve yandaşlığı hakkı gibi görmeye başlar. O nedenledir ki, çoğu fırsatçılık ya da çıkarcılık durumlarında kamu otoriteleri tarafsız kalmaktadır. O nedenledir ki, telefonla dolandırıcılık ileri teknolojik ve psikolojik yöntemlerle yürütülürken, tüm alanlara hâkim olabilecek kamu otoritelerince yakalanamıyor olabilmektedir! Bu ortam, resmi maaşla topluma gece-gündüz hizmet veren fedakâr siyasi ve kamu elemanlarına da, doğal olarak, kademelere göre belirli fırsatlar sunar. Sonuçta onlar da insan!

Bireyin özgürleştirilmesi, varsıl ortamda demokrasi olarak işlev görürken, yokluk ve sıkışıklık ortamında saldırganlığa, sıraya uymamaya yönelişi tetikler. Bu durum ağır koşullarda suç hafif koşullarda saygısızlık olarak görülürken, aslında yaşanan olgu serbest piyasa anlayışında sermaye ve liyakatin güç ve çıkarcılıkla ikame edildiği ortamda kaynak dağılımı sürecidir. Bu süreç çıkarcıların ve yandaşların olduğu kadar, siyasi kişilerin de işine gelir. İşin acı tarafı şudur ki, iktisat öğretisinde ilginç bir konu olan “kötü para iyi parayı kovar” işleyişi kapitalizmin sıkışıklık yaşadığı sonlanmaya yöneliş aşamasında sosyal alanda devreye girer. Bilgisiz, cahil, diplomasız insanların sırf atılganlık, yandaşlık ya da açıkça kavgacılıklarıyla belirli avantaja ya da işbaşına gelmeleri bu sürecin çok doğal sonuçlarıdır.

Bir dizi örneklerle daha da zenginleştirilebilecek ana doku böyle iken, sineklerle mi mücadele etmeli yoksa bataklığı mı kurutmalıyız? Mesele budur! Bu soruyu dostlarımızın nasıl yanıtlayacağını memnuniyetle görmekteyim. Ancak, burada aşılması deveyi hendek atlatmak kadar güç olan meseleler vardır. Birinci sırayı bu sistemi ele geçirip yararlanan siyasiler; ikinci sırayı sistemden nemalanan avantacılar; üçüncü sırayı ise, Marx’ın “Vulgar economic” olarak nitelediği ana-akım iktisadı “bilim” olarak görüp genç dimağları öylece şekillendiren ve bu görevleri dolayısıyla mükâfatlandırılan akademisyenler oluşturmaktadır.

Kısacası işimiz zor, en iyisi tartışmayı ilerleyen haftalara taşıyalım.