Kara Cuma: Kapitalizmde yurttaş yok tüketici var

İşsizsen bu senin iş beğenmeyişindendir, yoksulsan aklını kullanmayışından ya da çalışmak istemeyişindendir, dayak yiyorsan hak ettiğin içindir, tecavüze uğramışsan teşvik ettiğindendir ve daha nicesi… Ama önemli bir tüketici olduğun için kapitalizmin de vazgeçilmezisindir.

Kara Cuma: Kapitalizmde yurttaş yok tüketici var
Derin Demir

ABD’de Şükran Günü’nden hemen sonraki Cuma günü yıllar boyunca “Kara Cuma” olarak adlandırılıyor. Aslında yılbaşı alışverişinin başladığı güne işaret ediyormuş. ABD ve Kanada’dan başlayıp Avrupa’ya yayılan ve son yıllarda ülkemize de sıçrayan bir Kara Cuma, bizdeki adıyla “Muhteşem”, “Efsane”, “Bereketli”, “Süper” Cuma, tehlikesi yaşıyoruz. Tehlike olmasının öncelikli nedeni her Kara Cuma’da alışveriş yapacağım diye kan dökecek kadar gözün dönmesine elverişli bir gün olması elbette. Bu olaylara haber bültenlerinden, gazetelerden ya da o gün bir mağazanın önünden geçerken tanık oluyoruz. Şaşkınlık içerisinde tanık olurken konuya dair en ufak eleştiride bulunmanız ise can kaybına neden olabilir! Dolayısıyla bu yazıyı yazarken bir taraftan “aman ya bu komünistler de her şeyi eleştiriyor”, “paramız yok zaten bari bu günden indirimli faydalanalım, bu mu batıyor gözünüze”, “eleştiriyorsunuz ama siz de kesin bu günü bekliyorsunuz alış veriş için”… gibi cümleler de kurulacaktır tabii, neler söylenmiyor ki zaten diyerek konumuza gelelim.

Yapılan bir araştırmaya göre “özel günler”de yapılan alışveriş içerisinde alınan tekstil ürünlerinin en fazla iki yıl sonra %85’i çöpe gidiyor. Ne kadar doğru bilmiyoruz ama doğruysa bile çok şaşılacak bir durum olmadığı ortada. Her şeyi hızlıca tüketmek bugün insanoğlunun en iyi becerebildiği şey belki de. Hızlıca kurulan ilişkiler, hızlıca yapılan alışverişler, hızlıca ulaşılan bilgi, hızlıca ulaşılabilen teknoloji, hızlıca gösterilen tepki, en kısa yoldan para kazanma telaşı… Bir panik havasıdır gidiyor. Bütün bunlar yaşanırken insanların birbiriyle kurduğu diyaloglar, kavramlar, dostluklar, yaşam, farkında olmadan geçip gidiyor. Sanki bir oyundaymışız da birileri bizi kumanda ile kontrol ederek oradan oraya koşturuyormuş gibi. Sorgulama yok, düşünme yok, tartışma yok, yorumlama yok, bilinç yok!

Yazının konusunu dağıtmadan iki başlık altında toplamaya çalışalım; biri tüketimin bireysel ve toplumsal olarak değerlendirilmesi, diğeri de elbette kapitalizmin tüketici toplumu.

Düşünmenin düşük derecesi olarak gündelik yaşam ve tüketim

Koşturmaca içinde yalnızlaştırılan birey aslında Kara Cuma’larla, sevgililer günü ile, doğum günleri ile kendince bir kolektivizmin parçası olmaya çalışıyor gibidir. Herkesin yaptığı şeyi onun da yapması gereklidir!

Hiçbir şeyden eksik kalmamaya çalışıyoruz. Kendine ya da başkalarına alınan hediyelerle ‘puan’ımızı yükseltiyoruz. İnsanın, en temel ihtiyaçlarını karşılayabildikten sonra yatırım yapması gereken tek gerçek şeyin aklımız olduğu sistematik bir şekilde unutturulurken, bize sunulan değerli indirimlerden faydalanarak hiçbir şeyden geri kalmadığımızı ispatlamak istiyoruz. Çünkü ‘ben de bu toplumun parçasıyım, dışlanmaya izin vermem, gerekirse bu yarışmada herkesi geride bırakırım!’ algısı sanal bir dünyada kendimize yer etmemizi sağlıyor. Kendini görsel olarak kanıtlamaya çalışma durumunun, -giydiğin elbisenin markasından yemek yediğin yeri instagramda etiketlemeye kadar yapılan benzeri her şey- sanal bir kimlik yaratmaktan öte olmadığı ortada. Kişi artık kendisini tanımlamak için bir nevi kendi kimliğinin markasını yaratmaya çalışıyor.

İnsanlar yaşadıkları dönem içinde yaptıklarından ibarettirler. Öncesi, sonrası yoktur. Yaptıklarından haberdar olmak ve yaptıklarının öncesini/sonrasını değerlendirmek de oldukça önemlidir. Ancak kapitalist sistemde kişinin olduğu durumun farkında olmamasının bir dayatma olduğunu bilelim. Kişinin, dışarıdan kendisini gösterdiği ve aslında gerçek olmayan bir kimliğe bürünerek kendi gerçekliğinden kaçıp, bu yolla özlemini duyduğu insan tipolojisiyle veya sınıfla eşitliği kurmaya çalışması, tablonun vahametini göstermesi açısından önemlidir. Bu “aynı” ya da “benzer” olma durumuna erişme çabası, görsellikte geçici ve sahte bir mutluluğa yol açsa da gerçekte sınıflar arasındaki açıyı genişletiyor. Aynı mağazadan alışveriş yapıyor, aynı ortamda bulunuyor, aynı şey için harcadığı çabayı ortaklaştırabiliyor, araba balkabağına dönene kadar…

“Yurttaş” yok, “tüketici” var!

Kapitalizmin en iyi yaptığı şeyin kavramların içini boşaltmak olduğunu unutmamak gerekir. Örneğin bugün Kara Cuma’da AVM’ye gidip alışveriş yapma “özgürlüğünü” sunan, elbiseleri arasında “seçim yapma” hakkı tanınan bir kapitalizm oldukça ilgi çekmekle beraber, gerçekliği de bir yanılsamaya dönüştürüyor, ve ‘yanılsama boyun eğmeyle aynı şeydir’*. Ama daha korkuncu ise tüm bunların ideolojik hegemonyasının altında ezdirilmeye çalışılan bilimin, felsefenin, sanatın, kültürün, siyasetin… durumudur.

İşte bu tablo durup dururken oluşmadı. Geçtiğimiz hafta sonu çok değerli isimlerin katılımıyla gerçekleşen ve Sınıf Tavrı tarafından düzenlenen “Ekonomik kriz, Türkiye ve işçi sınıfı” sempozyumunda yapılan sunumlarda da bahsedildiği üzere; kapitalizmin geliştiği birçok ülkede (elbette Türkiye de dahil) artık halkın birer yurttaş olarak değil tüketici olarak görüldüğü aktarıldı.

Yeni bir model arayışında olan kapitalizmin her dönem için kendi sistemine ayak uydurmasını istediği bir toplumu yaratma çabalarına yabancı değiliz. Baskı ve ikna yöntemini en iyi şekilde kullanmak için önemli araçlar geliştiren kapitalizm, yaratmaya çalıştığı toplumda tüm sorumlulukları bireyin üstüne atıyor. İşsizsen bu senin iş beğenmeyişindendir, yoksulsan aklını kullanmayışından ya da çalışmak istemeyişindendir, dayak yiyorsan hak ettiğin içindir, tecavüze uğramışsan teşvik ettiğindendir ve daha nicesi… Ama önemli bir tüketici olduğun için kapitalizmin de vazgeçilmezisindir. Çünkü üstümüze başımıza para harcadığımız ölçüde birey olabileceğimiz dayatılıyor her zaman! Kendine yabancılaşmış bir ben! Bu anlamda Marx’ın yabancılaşma tezlerinin geçerliliğinin bugün devam ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Kapitalist üretim tarzı içinde üretim sürecindeki bireylerin Marx’ın tarif ettiği yabancılaşmayı yaşaması, sistemin devam edilebilirliği için bir zorunluluktur. Üretim sürecinin en etkin elemanı, üretimin gücünün farkında olmadan, üretimin sonucunda ortaya çıkan üründen faydalanamaz. Çünkü ortaya çıkarılan ürün kapitalistindir! Krizlere gebe olan kapitalist sistemin temel mantığı bu değil midir zaten: Haklarını bilen, üretiminin farkında olan bir yurttaştan ziyade, üretimine yabancılaşmış, kendine, doğaya, insanlığa yabancılaşmış bir tüketici oldukça iş görür…

Bir başka soru ise memlekette ekonomik kriz varken alışveriş için nereden bulunuyor bu para? Sanırım birçoğumuz aynı şeyi düşünüyoruzdur. Bir tarafta borcu olduğu intihara sürüklenen insanlar, bir tarafta uzun süredir kriz bahanesiyle yatırılmayan maaşları için mücadele edenler, bir tarafta hiç bitmeyen borçlar ve elbette her gün yenisini duyduğumuz zam haberleri. Peki nasıl oluyor da insanlar bu tabloda bile alışveriş için para bulabiliyor? Cevabın bir kısmını yukarıda verdik, yaratılmaya çalışılan sanal kimlik daha ağır bastığından en temel ihtiyaç haline dönüşüyor maalesef. Son dönemlerde sıkça kullanılan ve aslında çok itici bir terim olan o indirim “aura”sına öyle bir kapılıyoruz ki aslında cuma günü mağazadan aldığımız ürünün aynı mağazanın internet sitesinde çok daha ucuz olduğunu göremiyoruz. Ama asıl gerçek olan ise elbette borçlanarak yapılan harcamalar… Nasılsa kredi kartlarımız var, alışveriş özgürlüğümüz var!

Şimdi konuya dönersek, indirimlerden yararlanmak isteyen ve sabahın köründe kuyruk oluşturanlardan ne kadarı aslında satın aldığı ürünü kendisi üretiyordur? Yüksek bir rakam çıkacağını hepimiz biliyoruz. Çözüm ise aslında çok basit: Örgütlülük… İnsanlık tarihinin gelişiminin örgütlülük sayesinde gerçekleştiği basit bir tarih bilgisidir. İnsanın en büyük hazinesi olan örgütlenmeye bugünün toplumunda her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulur halde. Ancak hala örgütlenmek yani en değerli hazinemizden ve özgürlüğümüzün çıkış anahtarından bahsederken karşımızda bundan kaçan, korkan bir toplumla karşılaşabiliyoruz, asıl ilginç olan bu değil mi? Bir örnek ile sonlandırayım; geçmiş yıllarda bir dostumuz anlatmıştı, AKP’nin gerici politikalarına karşı bir grup toplanıp neler yapabilecekleri üzerine kafa yoruyorlar, bizimkisi de çıkıp “arkadaşlar tüm bunlar için örgütlenmemiz, örgütlü hareket etmemiz lazım” diyor ve tepki görüyor. “Buraya siyaseti karıştırmayın” denilerek arkadaşımıza ciddi tepkiler geliyor (ne demekse… hem AKP’nin hamlesine karşı ne yapabiliriz diye toplanacaksınız hem de siyaset olmasın diyeceksiniz…). Ardından herkes sakinleştikten sonra bir toplantı daha talep ediliyor, bizimkisi yine söz alıyor ve “arkadaşlar tüm bunlar için organize olmamız lazım” diyor (tabi bunu İngilizce telaffuz ettiği için de ayrıca beğeniliyor), salon alkış kıyamet…

Son ve en gerçek söz: Kapitalizm öldürür, örgütlülük özgürleştirir!

*Henri Lefebvre, “Modern Dünyada Gündelik Hayat”

Bu yazı ilk olarak Sosyalist Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmıştır.