Küresel krizden çıkışa hazır mıyız?

Zira matematik ve felsefenin zorunlu ders olmaktan çıkartılması, imam hatip gibi ezbere dayanan ve sorgulamayı yasaklayan pedagojik yöntemin devreye alınması ülkenin geleceği açısından fevkalade ürkütücüdür.

Prof. Dr. İzzettin Önder

Kapitalizmin üçüncü krizinin başladığı 2008 yılı iktisatçıları farklı alanlarda düşünmeye, hatta yeni görüşler geliştirmeye yöneltti. Yazıya böyle başlamamın sebebi, gerek Marks’ın bilimsel sosyalizm teorisini geliştirmesinin, gerekse Keynes’in kapitalizmin çerçevesinde sosyal demokrasi görüşünü geliştirmesinin belirli tarihsel koşullara rastlıyor olmasıdır. Çünkü tek istisnasını eski Yunan medeniyetinin oluşturduğu teorik görüşe göre, ancak nesnel koşullarda yükselen öznel durumlarda önemli dönüşümler yaşanabilir. Öğrenciye oldukça çarpıtılmış şekliyle aktarılan  “kıt kaynaklar ve sonsuz ihtiyaçlar” görüşünün işlendiği Lionel Robbins’in kitabı da 1932 yılında yayınlanmıştır. Buradan varacağımız sonuç şu olmaktadır ki, nesnel koşulların zorladığı durumlarda toplumsal üretim biçimi kendisine yeni bir model bulmakta ve ona göre yolunu çizmektedir. Marks’ın komünist dönüşüm için İngiltere’yi işaret etmesine rağmen, fiili oluşumun Rusya’da gerçekleşmesi çok önemli bir tarihsel deneyim, ancak erken kalkışın akıbeti de aynı derecede önemli tarihsel bilgi kazanımıdır. Kapitalizmin yeryüzünde sömürerek yaşamını bir süre daha idame ettirebilecek kaynaklar henüz tükenmiş değildir. Şu hale göre, içinden geçtiğimiz derin krizden tek çıkış yolunun Joseph Schumpeter’in “yaratıcı yıkıcılık” olduğu yaygın düşünü olarak karşımızda durmaktadır. Öyle gözüküyor ki, günümüzde zaman zaman derinleşen krizden, geçici bir dönem için de olsa, belirli süreli çıkış Schumpeter’in yaklaşımı ile olasıdır. Bu da şu demektir ki, birçok alanda var olan teknolojiyi ikame edecek yeni teknolojilere geçişle kapitalizm bir süre nefes alıp, hayatiyetini sürdürebilecektir.

Bu yol haritası beraberinde küresel ve ülkesel çok ciddi sorunları da gündeme taşımaktadır. Bir defa, küresel düzeyde meseleye yaklaşım yaparsak, beklenmedik olağanüstü bir değişim olmadığı sürece, günümüzün hâkim teknoloji merkezleri yeni oluşumda da ön planda olacaktır. Böylece, küreselleşme aşamasında netleşen dikey üretim zincirinin üst basamaklarında bazı yer değişimleri olmakla beraber, bu kademede yer alan ülke veya firma sayısı yeni teknolojiye hâkim olurken sayıca azalacaktır. Buna karşın, zincirin alt basamaklarında konumlanmış ülkeler arasında ise canhıraş bir rekabetle, üstün çaba gösterebilenler diğer ülkeleri geride bırakarak tedarik zincirinde ortalara doğru marjinal çıkışlar yapabilecektir. Bugünden sıralamayı tahmin etmek olası olmamakla beraber, gerek teknoloji üretim havzası olan üst kademelerde, gerek teknoloji aktaran ve uygulayan alt kademelerde firmalar hatta devletler arasında şiddetli rekabet yaşanacaktır. Teknolojik ilerlemeler, katma değer yaratma oranı itibariyle üst kademe ile alt kademeler varasındaki katkı farkını aşacağından, küresel gelir bugünkünden çok daha yoğun şekilde üst kademelerde oluşurken, alt kademelerde göreli ve mutlak fakirleşme yaşanacaktır. Bu durumu fark eden ülkeler, örneğin Çin, gerekli önlemlerini alarak değişen zaman koşullarına olabildiğince uygun şekilde uyum sağlamaya çalışmaktalar.

Bu faraziye altında ülkemizdeki duruma ve olası gelişmelere göz attığımızda, maalesef, durumun henüz ciddi olarak algılanmış olduğunu dahi düşünemiyorum. Böylesi olumsuzluğa sürükleyen iki dayanağım var. Birincisi, Türkiye hâlâ teknolojiyi aktarılabilecek bir olgu olarak görmekte ve bunun sonucunda da yabancı yatırımlara gereğinden fazla önem vermektedir. Yabancı sermaye ülkeye teknolojik yatırım getirebilir, fakat böylesi sermaye girişi aynı zamanda teknoloji girişi anlamına kesinlikle gelmez, çünkü yabancı sermaye üretimin en hassas parçalarını merkezden ithal ediyor olabileceği gibi, burada üretimini gerçekleştirse dahi, kendi teknik personelini kullanarak teknolojik bilgilerin ekonomi kademelerine sızmasını önler. Bu tür yabancı yatırımalar ihracat dahi yaparak cari dengeye olumlu katkıda bulanacakları düşünülürken, maalesef, bu da geçerli değildir, çünkü ihracatla kazanılan dövizin önemli bölümü kâr transferi ile yurt dışına çıkarılır. Görülüyor ki, bu yol bizim gibi teknoloji açığı ve cari açığı olan bir ekonomi için geçerli olamaz.

İkinci meseleye gelince, durumun daha da vahim olduğunu görmekle kalmamaktayız, bu alanda atılan adımların da sanki ülkeyi kasten geri bırakma politikasının uygulandığı düşüncesine yol açmaktadır. Zira matematik ve felsefenin zorunlu ders olmaktan çıkartılması, imam hatip gibi ezbere dayanan ve sorgulamayı yasaklayan pedagojik yöntemin devreye alınması ülkenin geleceği açısından fevkalade ürkütücüdür. Öğretim alanının temel bilimler ve teknik eğitime yönlendirilmesi gerekirken, tam tersi politika ülke geleceği açısından fevkalade düşündürücüdür. Türkiye henüz içinde bulunduğumuzu teknoloji aşamasını yakalayamamışken, yaratıcı yıkıcılık yolunda geliştirilecek çok daha ileri teknolojileri yakalama şansını tümüyle yitirmektedir.

Dünyaya kapalı bir bilim ailesi kendi içinde başarılı olduğunu düşünürken, küresel lige çıktığında hüsrana uğrar. Bilimden ve bilim insanlarının nefes almasını sağlayan özgürlük ortamından ürken bir siyasi yapı bilimden uzak tabanından oy kotarırken, ulaşamadığı bilim dünyasına haset ve nefretle yönelirse, iktidar süresi da sınırlı olur, daha da fecisi ülkenin uluslararası ligdeki konumu da giderek alt sıralara düşer. Bazı uluslararası istatistiklerde ve talebe yarışlarında Türkiye’nin alt sıralarda bulunması ve giderek daha alt sıralara doğru kayıyor olması bu olumsuzluğun istatistiksel görüntüsüdür. Bilim ve teknolojide olabildiğince üst sıralara çıkmayı amaçlamadan teknoloji açığını yabancı sermaye girişi ile kapatma amacıyla durmadan ülkeye yabancı sermayeyi çekme gayreti zamanla ülkenin ekonomik işgaline dönüşebilir.