Kriz kimi vurur?

Trump’ın “petrolü seviyorum” demesine analojik olarak, devlet de “sermayeyi seviyorum” mu demektedir? Evet, devlet aynen böyle demektedir, çünkü ekonomik varlıktan soyutlanmış ve hizmetlerini yerine getirebilmesi için vergi gelirine gereksinim duyan devlet istese de istemese de sermayeye yanaşmak, onu halka ve emekçilere karşı korumak ve kollamak durumundadır.

“Kriz kimi vurur?” Bu sorunun yanıtı hem teorik hem de pratik düzeyde fevkalade kolaydır. Kriz, genel halkı ve emek kesimini vurur. Zaten yaşamda görünen de budur; işin teorik yanı da bize aynı yanıtı verir. Bu yanıt o denli olağan görülmektedir ki, krizden söz edince firmaların batışı, üretimin gerilemesi ya da bankaların iflası facia olarak halka yansıtılır, halk da bu anlatımı doğal sürecin yansıması olarak algılar ve kabullenir. Bu durumda halk, firmalar batmışken devlet halka yönelik ne yapabilir ki, şeklinde düşünür. Oysa halk hiç düşünmez ki, üretimi yapan emekçiler krizin sebebi olmadığına göre, nasıl oluyor da ezilen de yine halkın bir kesimi ve emekçilerdir! Bu mesele anlaşılamadığından, kriz ve sonuçları konuşulurken yapılan mantıksal irdelemede sebep ile sonuç arasında anlamlı ilişki kurulamaz. Hal böyle olunca da baştaki sorunun yanıtı kolay olmakla beraber, mantıksal görülemez.

Büyük teorileri, haddimizi aşmamak için bir yana koyalım ve Türkiye’nin içinden geçtiği krize şöyle bir bakalım. Bu aşamada da, emperyalizmin ve içte siyasilerin davranışını şimdilik arka plana atıp, küresel finans sermaye bolluğunda iktidarın şu veya bu sebeple yüksek miktarda aldığı dış borcu ağırlıklı olarak inşaat sektörüne yatırarak, yatırımın getiri süresi ile borcun vadesi arasındaki uyumsuzluk nedeniyle kısmi borç krizine girmiş olduğumuz olgusu ile işe başlayalım. Bu sürecin emperyalistlerin kazancı ile olduğu kadar, içeride de iktidarın avantajıyla ilgili olduğunu da hemen kaydedelim. Yani, bir tür işbirliği ya da aynı yönde davranış! Şöyle ki, uygulanan bu politikalarla emperyalistler hem finansal hem de reel yatırım kaynaklarına güvenli ve kazançlı piyasa bulurken, iç siyasette de ilginç sebeplerle her ne pahasına olursa olsun yaşam süresini uzatma hırsını yenemeyen iktidar da vitrine albenili ürün koyarak süresini uzatmaya çalıştı. Geleceği öngöremeyen halkımız ise, çocuklarının alın terini, onların rızasını dahi almadan tüketme anlamına gelecek şekilde bu süreci işleten iktidar partisini destekledi. Ne var ki, orta vadede emekçiler ve halkın dar ve orta gelirli bölümü krizin bedelini yüklenirken, uzun vadede de gelecek nesiller herhalde bizlere hayır duada bulunmayacaklardır. Siyasi manevralar ve devletin işleyişi öylesine karmaşıktır ki, aynı andaki icraat ve işlerin birbiri ile ilişkisi anlaşılamadığı gibi, farklı dönemlere yayılan iş ve icraatlar arasındaki ilişkiler ise hele hiç anlaşılamaz. 1980 Özal politikaları ile 2000 krizi arasında ilişki kuramadığımız gibi, bugünkü icraat ile gelecek oluşumlar arasında da ilişki kurmamız olanaklı olamaz.

Hadiseyi kısaca özetledim. Ancak üretimi yapan emekçiler krize sebep olmadığı halde sorun nerededir; neden halk ve emekçiler yoksullaşırken devlet bu kesime elini uzatmamaktadır? Burada sorun “türev devlet”tedir. Lütfen, dikkat edelim, yanlış anlaşılmak istemiyorum. Sorun türev devlettedir derken, devletin şu anda ya da herhangi bir kriz anında yoksul halk ya da emek kesimi aleyhine uyguladığı programları kastetmiyorum. Yani, devletin yanlış politika uyguladığını ima etmiyorum, devlet ya da hükümet yanlış yapıyor demiyorum. Açıklamayı ileriki bir zamana bırakarak, şu kadarını söylemekle yetineyim ki, şu anda devlet ya da hükümet bugünkünden çok farklı davranamaz. ABD hükümetinin de büyük krizde mortgage sahiplerini, ev ya da sigorta prim birikimlerini kaybedenleri değil de finans kuruluşlarını desteklemiş olmasında hiçbir yanlış yoktu. İşte, sorun türev devlette derken kastettiğim, bu sistem içinde şekillenen devlet yapısının gerekçesi, işlevi ve işleyişidir. Açıkçası, sorun sistemdedir; ancak bu sistemin türev aracı olarak politikayı uygulayan devlet olduğu için biz devleti görüyoruz ve onu sorumlu tutuyoruz. Kısacası devlet bir açıdan zavallıdır, sadece bir araçtır; sistemin işlevsel türevidir.

Hemen şu soruyu soralım, acaba sınıflı toplum olmasa, sömüren ve sömürülen kesimler olmasa devlet denen aygıt olur mu idi? Pratik endişeler bir yana, bu sorunun yanıtı da, Lenin’e göre “hayır”dır! O zaman devletin varlık sebebini ve işleyişini derinden analiz etmek ve sürecin bilincine varmak durumundayız. Ana akım iktisat bağlamında gerek politika biliminde gerekse iktisat alanında maliye konusu olarak ele alınan şekliyle devlet ve tanımlanan işlevi bu konuda bize anlamlı açıklamalarda bulunmamaktadır. Zaten amaç da budur; politikadan ve ideolojiden arındırılmış soyut bilgi görüntüsü altında devletin gerçek yüzünü genç beyinlerden gizlemek ve politika ve uygulamalarını anlaşılmaz kılmaktır.

Peki, devlet niçin böyle davranmaktadır ya da devlet böyle davranmaya mecbur mudur? Trump’ın “petrolü seviyorum” demesine analojik olarak, devlet de “sermayeyi seviyorum” mu demektedir? Evet, devlet aynen böyle demektedir, çünkü ekonomik varlıktan soyutlanmış ve hizmetlerini yerine getirebilmesi için vergi gelirine gereksinim duyan devlet istese de istemese de sermayeye yanaşmak, onu halka ve emekçilere karşı korumak ve kollamak durumundadır. Dolayısıyla, sermaye ile devlet arasındaki ilişki kimilerine göre “yarı otonom” yapı, kimilerine göre de “araçsal” yapı ya da daha farklı şekillerde görülüyor olsa da, sistemin işleyiş kurallarına göre vergi gelirlerine muhtaç olan devlet sermayeyi desteklemek zorundadır. İşte, sermaye kesiminin özelleştirmeyi dayatmasının gerekçesi aslında ne verimsizlik ne de israftır, tek sebep devleti sermayeye ram etmektir. Elinde ekonomik üretim aracı kalmamış olan devlet ister istemez sermayeden kısmen vergi alırken, aynı zamanda da örtülü komut almak durumundadır. Burada hemen itiraz edilecektir; vergiyi sermaye değil de, ağırlıklı olarak emekçi kesim ödemektedir şeklinde. Burada da detaya girmeden, bir kere bu sistem kurulduktan sonra, tüm bileşenleri devreye girer demekle ve konuyu ileriye ertelemekle yetineyim. Hatta sistem mantığı o kadar devreye girer ki, emekçilerin bir kısmı sömürüldüklerini bildikleri ya da algılayabildikleri halde, hiç itiraz etmeden çalışmaya razı olurlar. Sistem o kadar devreye girer ki, emekli fonlarının sermayeye mali destek olarak aktarılması, sermayenin desteklendiği durumda istihdamın artacağı söylemiyle perdelenir. İnanan varsa, niçin olmasın ki! Sistem sermayeye bunları ve daha nice olanakları sağlar. Çünkü sistemin adından da anlaşıldığı üzere, başat olan sermayedir ve devletin yüzü sermayeye, emekçilere ve halka ise arkası dönüktür. İlginç olan, onlardan oy alarak iktidar safasını sürdürüyor olmasıdır.

Güzel de, bu kadar metrolar, alt ve üst geçitler halk için yapılmıyor mu? Evet, görünürde tüm bu işler halkın kullanımı içindir. Ancak halkın ve üretim kurumlarının kullanımı için yapılan tüm bu girişimlerin arka planında iç ve dış emperyalist sermayenin emeği sömürerek kâr sağlaması, hatta kazancını tüm karar mekanizmaları ile bir şekilde paylaşması da vardır! Kısacası halkın şükranla kullandığı bu yapıların gerek yapılırken, gerek kullanım esnasında kimlere nasıl dost, kimlere nasıl “post” olduğunu halk algılayamadan kimileri iktidara oy verir, kimi de şükranını sunar.

Devlet kriz esnasında çok gerekli koşullarda, bir sosyal kalkıştan çekindiği durumlarda, yani sistemi uygulanabilir kılarak meşru görüntü sağlayabilmek amacıyla emekçiye para verebilir. Bu parayı sermayeden aldığı vergilerle karşılayamadığı durumda, ya vergi ve sair yöntemlerle yine emekçiye ve halka yük yıkarak ya da açık bütçe yoluyla, yani enflasyonla finanse ederek dolaylı yoldan ve verdiği kaşığın hacmi ile aldığı kaşığın hacmi arasındaki farka bağlı olarak yine emekçiye ve halka yük yıkmış olur. Görülüyor ki, mesele devletin kimin devleti olması meselesi değil, sistemin kimin yanında olduğu meselesidir. Çünkü devlet denen kurum sistem mantığı ile çalışan türev ya da hizmetkâr aygıt olarak şekillenir. Hal böyle olunca, halka ve emekçilere vuran özünde ne devlettir ne de kriz. Derin perdeler arkasındaki asıl düşmanı görmek gerekmektedir. Ben size, derin bir kriz yaşanırken devlet halkını ve emekçileri unuttu, işsizlik fonlarını sermayeye dağıtarak emekçilere ihanet etti deseydim yalan söylemiş, devleti, başka şekilde davranabilecekken sanki yanlış davranıyormuş gibi göstererek, böylece asıl sorunlu olan sistemi geri plana çekmiş olurdum. Tercih sizin! İleride, aralarda muğlak geçtiğim detayları açmak üzere, hoşça kalın!