Kapitalizmin parıltıları

Küreselleşme çağında görece küçük devletlerin sermaye yapılarının gücü gelişmiş merkezi devlet sermaye yapılarının altında kalır. Böyle olunca, ulusal devlet yapılarında emeğe karşı sermayeye hizmet sunan siyasi yapı, uluslararası süreçte de ulusal sermayeye karşı merkezi güçlü sermayeye hizmet sunar. Emperyalizmin çok önemli giriş kaynaklarından biri bu süreçtir.

Yine bir seçim, yine cam ekranlarda müthiş zekâ patlamaları görüntüsünde gerçekleştirilen inanılmaz akademik tartışmalarla(!) boş hayallere koşan insanlarımız. Zizek Paris’in sarı yeleklileri için en can alıcı vuruşunu yaptığı beyanatında, Macron’un sistemin en makul, en ılımlı ve en fazla verici olabilen siyasetçisi olduğunu, fakat tüm bunlara rağmen yapabileceği fazla bir şeyin olmadığını, zira Macron ve hemen tüm siyasilerin sistem içinde dolaştıklarını söylemiş. Bu söylediklerini, kapitalist sistemde alanın tükenmiş olduğunu vurgulayarak sonlandırmış. Marks’ın filozoflar için dediğine nazire olabilecek şekilde, galiba siyasiler için de, sistemi iyileştirmek değil, sistemi değiştirmek gerekir, anlayışı geçerli olmalıdır. Ne var ki, siyasiler sistemle bütünleştiği ve sistemin kodamanlarının himmetiyle işbaşına gelip, onların himmetiyle bizzat onlara hizmetle görevli olduklarından böyle bir gömlek değişimine gidemezler. Batı lisanlarında siyasiler ve memurlar için “kamusal hizmetkâr” (public servant) ifadesi geçerlidir. Dil ile yanıltma tam da budur; buradaki kamu sözcüğü genel halk olarak değil, varsıllar olarak anlaşılmalıdır. Zira siyasiler ve kamu görevlileri kamunun değil, varsılların hizmetkârlarıdır.

Hizmetkâr sözcüğünden konuşurken, hemen aklımıza sermaye sahibi varsıl kesim dışındaki büyük gurup gelmez mi? Şöyle de düşünmemiz yanlış mı olur: Sermaye sahibi ve varsıl kesim dışında kalan tüm guruplar aslında sermaye sahipleri ve varsıl kesimlerin hizmetkârı değil midir? Konuyu genişlettiğimizde ise biraz kafamız karışmıyor mu? Eğer siyasiler ve memurlarla birlikte varsıl kesim dışında kalanlar da varsıl kesimin hizmetkârı ise, o zaman bu iki hizmetkâr gurup aynı safta olarak niçin işbirliğine gidemezler ki? Aynı durum, güvenlik güçleri ile emekçiler arasındaki ilişki için de geçerli değil midir? Bu iki gurup da emekçi olarak sermayenin emrinde olduğuna göre, niçin ve nasıl oluyor da kritik dönemlerde sermaye sahibi varsıllara karşı birleşmiyor da, kendi aralarında çatışmaya giriyorlar? Aynı soruyu salt emekçiler için de sorabiliriz: Nasıl oluyor da, emekçiler sömürüldüklerini bile bile sermaye sahibinin emri altında sömürülmeye razı oluyor?

Bu soruların yanıtları Marksistler tarafından siyaset ve devlet felsefesinin derin katmanlarında irdelenmekte olup, sistem, psikoloji, sosyoloji, antropoloji ve daha birçok bilim dalları ile ilintili olarak yanıtlanmaya çalışılmaktadır. Bu yazı sınırlarında kalarak, kendi sınırlarımı da aşmama adına bu sorunları ileri derecede uzmanlara bırakıp, en kestirme yanıttan yüzeysel tartışmalara geçelim. Söylendiği kadar basit olmamakla beraber kulağa hoş gelen bir açıklamaya göre, emekçinin yaşamı için piyasaya sürebileceği tek varlığının emek gücü olması sömürüye boyun eğmesine neden olmaktadır. Bir anlamda emekçi “tevekkül” sahibidir. Az ile ya da verileni almakla yetinir, fazlasını talep etme bilinci geliştiremez. Kısacası, birey üretimin hangi aşamasında ise bilinç ona göre gelişir. Sermaye sahibi emekçiden çok daha bilinçli kapitalisttir. Bu süreç bir tür “öğrenilmiş teslimiyet ya da esaret” olarak da görülebilir. Oysa üretimi yapan emekçi olduğu halde, neden tek geçim kaynağı olan emek gücünün tüm karşılığını almak için birleşerek, sermayeye karşı girişimde bulunmadığı sorgulanabilir. Burada da karşımıza önce bilinç, saniyen örgütlülük, biraz abarttığımızda da sendikacılık çıkar. Sendikacılık ve fakültelerde disiplin olarak gördüğümüz Çalışma Ekonomisi gibi disiplinler nasıl kurgulanmışlardır, diye hiç düşündük mü acaba? Nedir çalışma ekonomisinin konusu, diye sorguladığımızda, net yanıt şu olmaktadır: metalaştırılan emeğin üzerindeki yükü sisteme zarar vermeyecek şekilde yönetmektir. Diğer bir deyişle, çalışma ekonomisinin konusu, emeğin metalaştırılmasının dozunu, sistemin sürdürülebilmesine zarar vermeyecek şekilde düzenlemektir. Kısacası, bu öğreti meselesin esasına inip, sorunu hak ve adalet açısından çözümleyip gerçekçi çözüme ulaştırmamakta, sistemin bekası hizmetine koyulmaktadır. Çalışma Ekonomisi bu yaklaşımı ile emekçiye mi, sermayeye mi hizmet etmektedir? Bilimi insanlığa hizmet eden araştırma ve uygulama sistemi olarak tanımlarsak, böyle bir bilim dalı olabilir mi? Çalışma Ekonomisinin durumu bu da, krizler, yoksulluk ve yerkürenin elimizden kaymasına rağmen ana akım iktisat öğretisinin durumu pek mi parlak? Başka bir yazıda bu konuyu da tartışalım.

Siyasetçiye geldiğimizde durum daha da vahimdir. Siyasetçi varsıl kesimin ulusal ve uluslararası düzlemde tek temsilcisi olarak, doğal olarak emekçi ve diğer hizmetkâr kesimden çok farklı ve yukarılardadır, zira diğer tüm hizmetkârlar, sermaye kesimin direktifleri doğrultusunda siyasi hizmetlilerin altında ve emrindedir. Bir anlamda siyasi kadro sermaye kesiminin çavuşu rolünde tüm toplumu sermaye lehine gütmektedir. Bir an alışık olduğumuz devlet yapılanmasından çıkıp, gerçek oluşumu daha net yansıtabilen model olarak kabile yapılanmasına eğildiğimizde durum daha da netleşmektedir. Şöyle ki, kabilede tüm değerler ve insanlar varsıl kesimin malıdır ve canlı ve maddi malvarlığının yönetimi için varsıllar bir çavuş kiralar ve görülen işin ebadına göre de çavuşun ücreti belirlenir. İşler resmi görüntüde farklı yansımakla beraber, hepimizin aşina olduğu ihale vb süreçlerdeki komisyon(?) farkı hizmet bedeli (çirkin olmama adına!) olarak tahakkuk edebilmektedir. Doğal olarak, böylesi yüksek derece hizmetkâr olan siyasinin de göreceği hizmetle ilintili ciddi pazarlık gücü oluşabilir.

Küreselleşme çağında görece küçük devletlerin sermaye yapılarının gücü gelişmiş merkezi devlet sermaye yapılarının altında kalır. Böyle olunca, ulusal devlet yapılarında emeğe karşı sermayeye hizmet sunan siyasi yapı, uluslararası süreçte de ulusal sermayeye karşı merkezi güçlü sermayeye hizmet sunar. Emperyalizmin çok önemli giriş kaynaklarından biri bu süreçtir. Bu süreçte içte sermaye yapılanması yükselir ve güçlenirken, parlak binalarda emeğe saygı görüntülü kurallı(!)emek istihdamı kısmen yükselebilir. Yaratılan değerin ne kadarının ülke içinde kaldığını ne kadarının yurt dışına aktarıldığını anlayamayan ülke halkı bu sürece hizmet eden ve destek veren siyasi yapıyı destekler ve güçlendirir.  Siyasinin fiyatının belirlenmesinde uluslararası sermaye hareketlerinin de katkısı, ara sıra yükselen şikâyetlere rağmen,  kuşkusuzdur.

İşte bir seçime giderken, kapitalist ülkelerin durumu budur. Ne var ki, tüm bu süreçlerin alt akıntılarını ve ilişkilerini doğal olarak göremeyen halk, bazen inanılmaz hayallere kapılarak, sistemin asla sunamayacağı beklentilere girerek, tüm bunların siyasi lider ya da kadro değişikliği ile olabileceği zehabına kapılır. Hayaller gerçek olsaydı, hayale gerek kalmazdı!