Kapitalizm aklımızı köreltiyor

"Ülke nüfusunun ülke sathına düzgün yayılmasını sağlayamadan, şehir planlaması ve şehircilik konularını göz ardı ederek salt bir soruna yaklaşmak da rant peşinde koşan sermaye çevrelerinin manevralarını diline dolayan kapitalist bir siyasetçi profilinin diğer açıdan yansımasıdır."

Modernite bireyi aklı ile özgürleştirdiğini savlarken, ne hazindir ki, idrakini geri plana çektiğinin farkına varamıyordu. Hal böyle olunca günümüzde yaşanan ve akılsızlık olarak görülenlerin açıklanabilmesi de kolaylaşmaktadır. Kapitalizm doğayı tahrip ederken, iklim değişikliğine yol açacak kadar vahşileşirken, küresel ısınma ile tüm kentlerimizin suya gömülmesine yol açarken süreci anlamış gibi yaparak, bu aşamada salt açıklama ve uluslararası müzakerelerle göstermelik önlemler almaya çalışmak, neyi idrak etmemiz gerektiğini henüz anlayabilmiş olmadığımızın göstergesidir. Aklı bir arabanın motoruna benzetirsek, idrak ve iradeyi aklın hapsinden kurtarıp yönetici mevkiine koymamız gerekir. Bu cesurane hamleyi yapamıyoruz, çünkü birincisi, kapitalizm tüm bu habasetini icra etmeye başladığı ilk andan itibaren doğa mucizesinin en önemli parçası olan insan aklını teslim almaya ve idrakin önüne koymaya yöneldi ve çıkarcılıkla da bunu başardı. Akılcılığa yönelerek özgürleştiğini sanan sefil insan, günlük hırslarla aklını kapitalizmin emrine sunarak sadece karşıyı sömürmedi, bizzat kendisinin saflığını ve idrakini de yitirdi ve bunun hiç farkına dahi varamadı. İdrakten soyutlanmış akıl da artık tutsaktı. Evirilerek insanlığa yükselen ve kutsal metinlerin kâinatın en yüce varlığı olarak kutsadığı insanoğlu, geçmişini aratacak kadar kendisinin küçültülmesini idrak edemedi, çünkü aklı tutsaktı ve idrakten yoksundu. İkincisi ise, insanoğlu idrakten yoksun akılcılıkla özgürlüğünü kazandığını düşünürken, giderek fetişleştirdiği metaya taparak, çıkarı doğrultusunda önüne çıkan her şeyi feda etmeyi, yakıp yıkmayı, hatta bizzat kendi bindiği dalı kesmeyi dahi başarı hanesine kaydetme cehaletine savruldu. Bu savrulmanın meşruiyetini ise kapitalizmin mottoları ile savundu.

Kültürel dönüşüm gibi algılanabilecek süreç mekanik altyapının oluşturduğu kültür görüntüsündeki yansımasıdır. Durum o denli vahimdir ki, ahlak, dürüst davranış, karşılıklı saygı ve işbirliği konularının yazılıp çizilmesi de, aslında nelerin yitirildiğinin tersinden kanıtı olduğu halde, bu da idrakimizin dışındadır. Tüm bu özde insanî değerler yitirilmiştir, bu konu bir nebze idrak edilmektedir, ancak böylesi vahim gelişmenin sebebi ya da nedeni anlaşılamamaktadır, çünkü sistem tutsağındaki akıl idrakin tam olarak ortaya çıkmasını engellemektedir. İnsanoğlu neden bu tür öğütlere gereksinim olduğunun farkına dahi varamamaktadır. Oysa her olgu, gerisindeki zıt olgunun yansımasıdır. Ahlaktan söz ediliyorsa, bir boşluk var, ahlaksızlık var ve ahlakın geliştirilip yerleştirilmesi arzusu var demektir. Ne var ki, ahlaklı, karşılıklı saygıyla insanları kucaklayan, sevgi ve yardımlaşma duygusu ile dolu bir toplum ne yasalarla ne de nasihatle olanaklıdır. Aynı ıstırap demokrasi için de geçerlidir. Demokrasi de, siyaset bilimci dostların söylediği gibi ne seçimle ne de uygun yasa ya da anayasa ile oluşturulup, yerleştirilebilir. Tüm bu hasletler ve daha birçoğu uygun altyapı üzerinde yükselir ve gelişir. Bu da sistem meselesidir.

Altyapı adı verilen toplumsal mülkiyet biçimine dayalı üretim ilişkileridir tüm üstyapılarda ideal olarak nitelenen insani hasletlerin gelişip serpilmesi için uygun ortamı yaratan. Bu altyapı da sosyalist üretim ve yönetim biçimidir. Kapitalist sistemin “insanî yardım” ya da dayanışma veya sosyal politika olarak insanı aşılayan sosyal araçlar aslında sosyalist sisteme karşı kapitalizmi korumaya çalışan palyatif araçlardır. Hiç düşünebilir miyiz, bir yaşlı ağır hasta hastaneye gittiğinde doktorlar durumu “sürdürebilir” düzeyde tutmayı yeğlemeden, olabildiğince ve bilgileri çerçevesinde hastayı sağlığına kavuşturmayı hedeflemesin. Tam da bunun karşıtını oluşturabilecek örneği işçi işveren ilişkilerindeki vahim durum oluşturur. Sosyal siyaset hocalarının tek yaptığı, metalaştırılan emeğin metalaştırılma derecesini, sistemin bekası amacıyla olanaklar dâhilinde geriletmek ve durumu “sürdürebilir” konuma bağlamaktır. Böyle önlemin ya da tedavinin akılla anlatılabilecek yanı olabilir mi? Evet, olur! Çünkü kapitalizmin tutsağı akıl bu durumu sermaye açısından da emekçi açısından da açıklamaya yeltenir ve tutsak akıllara kabul ettirir. Aslında tüm bunlar sistem soygunculuğunu perdeleme araçları olduğu halde, anlamlı ve işlevsel politikalar olarak bizzat emekçilere satılır. İşin psikolojik yanı şudur ki, tüm bu işlemleri yaparken sistemin adı ya da özelliği hiç gündeme gelmemekte, bunun tam tersi olarak, demokratik yönetim ve özgürlük sözcükleri dudaklardan süzülmektedir.

İşte kapitalizm! Kapitalizmin insan beynini nasıl çürüttüğünü ve bu görevi siyasilere, onlara dahi fark ettirmeden yaptırdığını seçimlere giderken yaşadığımız bazı basit fakat acı örneklerle ortaya koymaya çalışacağım. Seçimlere giderken hemen her konuda gerçek dışı ya da bir gün öncesinde söylenene uymayan, önce yapılanla tam tersi şeyler söylendi halkımızın kulağına. Seçimlerde sakız gibi çiğnenen iki konu var ki, fevkalade gerçek dışı ve anlamsızdır. Bunlardan biri Türkiye’nin en büyük onyedinci ülke olduğudur. Bir kere, Türkiye toplam ulusal gelir hesabıyla onyedinci değil, onsekizinci ülkedir. Bu ufak detaya takılmadan hemen onyedinci ülkenin hangisi olduğunu söylemem lazım. Bu ülke 15 milyon nüfuslu Hollanda’dır. Hollanda ile toplam ulusal gelirimiz, Hollanda’nınki biraz daha büyük olarak, yaklaşık aynı düzeydedir. Hollanda’nın nüfusu Türkiye’nin nüfusunun yaklaşık beşte biri olduğuna göre, Hollanda’da verimlilik Türkiye’nin beş katı demektir. Şimdi, örnekteki gerçek dışılığı bir tarafa koyalım, bu durum övünülecek bir şey midir? Nüfusumuz 85 milyondan 180 milyona çıksa aynı verimsizlikle ulusal gelirimiz de misliyle artsa ve sıralamada daha yükseklere çıksak bu bir başarı olarak kabul edilebilir mi? Ekonomi hesapları böyle yapılmaz. Doğru hesaplama fert başına gelir ölçütüne göre, yani bir ferdin ne kadar gelir elde ettiği ölçütü ile yapılır. Ülkenin gerçek varsıllığı da bu ölçütle ortaya koyulur. Fert başına ulusal gelir hesabı ile Türkiye onlar sırasında değil, altmışlar sırasındadır ve maalesef 63 üncü ülkedir. Bunu halkımızdan gizlemenin nasıl bir anlamı olabilir ki? İşte halkına ne söyleyeceğini kapitalist çıkara uyarlamaya çalışan bir siyasetçi profili!..

Diğeri ise İstanbul trafiğinin çözülebileceği meselesidir. Bu mesele de, diğer tüm meseleler gibi, son 17 yılı AKP iktidarına ait olarak, tüm geçmiş kapitalist iktidarların yapmış olduğu hataların birikimli sonucudur. Bir oluşumdaki yanlış görüntüyü düzeltmeye çalıştığımızda, salt anlık çözümle durumu kurtarmaya çalışarak geçmiş hatalar perdelenmemelidir. İstanbul trafiğinde asıl mesele anlık yaşanan aksaklık olmayıp, bu birikimli meselenin oluşturuluş politikasıdır. Zira ülkenin nerede ise beşte birini bir kente yığdıktan sonra şehir içi trafiği rahatlatmak, bir yanlışı ilave masraf ile kısmen ve geçici olarak rahatlatmaktan başka bir anlam taşımaz. Ülke nüfusunun ülke sathına düzgün yayılmasını sağlayamadan, şehir planlaması ve şehircilik konularını göz ardı ederek salt bir soruna yaklaşmak da rant peşinde koşan sermaye çevrelerinin manevralarını diline dolayan kapitalist bir siyasetçi profilinin diğer açıdan yansımasıdır.