Sistem mi, rejim mi?

24 Haziran korsan seçimlerinin üzerinden tam bir ay geçti...

24 Haziran korsan seçimlerinin üzerinden tam bir ay geçti. Bir ay içerisinde OHAL’in kaldırılıp yerine OHAL kurallarının önemlice bir kısmını yaşatma, kabinenin şekillenmesi, Başkan yardımcısının atanması, yeni rejimin devlet, bürokrasi ve siyaset katındaki düzenlemeleri gibi başlıklarda bir dizi adım atıldı.

Ülkemizde AKP’den demokrasi adına beklentisi olanların –hala varsa- hevesleri kursağında kalmış olmalı. Ancak demokrasicilik oyununu oynamaya devam etmek isteyenler ve özellikle liberaller belli bir süredir yaptıkları “AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtlığı” ile aslında düzenin açılım ya da genişleme kanallarına olanak sunuyor. Sermaye düzenine tek laf etmeyen ve hatta devamlılığının iyi olduğunu düşünen, emperyalizm işbirlikçiliğini birinci sıraya yazan ve AKP’nin işbirlikçiliğini beğenmeyen, siyasal İslâm konusunda sus pus tutumunu devam ettiren düzen solu ya da demokrasici sol, AKP’yi ne kadar eleştirirse eleştirsin Türkiye’deki işbirlikçi sömürü düzeninin devamlılığına hizmet edecek. Buraya eklemlenen sol ya da devrimci demokrat kesimler ise durumun ne kadar farkındalar bilemiyoruz. Ancak bu aralar parlamentarizm gözleri kamaştırmış ve devrimci mücadele belirsiz bir geleceğe havale edilmiş durumda.

Esas olarak değinmek istediğimiz konu ise, Türkiye’de yaşanan dönüşümün köşe taşlarının tanımlanması. Yaşananlar AKP iktidarı ve yandaşları tarafından büyük bir sistemsel dönüşüm olarak pazarlanıyor, rejim değişikliğinin üzeri örtülürken bunun gündeme getirilmesi ise neredeyse yasak hale getirilmeye çalışılıyor. Geçtiğimiz günlerde Türkiye Komünist Hareketi’nin “Birinci Cumhuriyet yıkılmıştır!” başlıklı açıklamasına, Sabah gazetesi yazarı Salih Tuna’nın cevap yetiştirmeye çalışmasını bunun küçük bir örneği olarak görülebilir.

Oysa ki tarihi biraz kurcaladığınızda ve ülkemizde yaşananları 12 Eylül’den itibaren mercek altına aldığınızda gerçekler açık bir şekilde görünür oluyor. Bazı başlıkları kabaca yazarsak ne demek istediğimiz daha rahat anlaşılabilir: Emperyalizmle çok daha derin bir bağımlılık ilişkisi, 24 Ocak kararları, ülkemizdeki sermaye birikim modelinde farklılaşma, neo-liberal politikalara geçiş, 12 Eylül ile gardı düşürülen işçi sınıfına daha büyük bir saldırı, esnek üretim, 8 saatlik iş gününün tarih olması, sınıf sendikacılığının tasfiyesi, sarı sendikacılığın parlatılması, işçi sınıfı mücadelesinin kırılması için devletin tüm olanaklarının seferber edilmesi, yasaklanan grevler, siyasal İslam’ın yükselişi, İslamcılığın demokrasi ve özgürlükler kalıbına sokularak tarikatlar ve cemaatlerin önünün açılması, sermaye sınıfının iktisadi ve politik merkezileşme arayışı, bunun uzantısı olarak başkanlık sistemine geçişin 1980’lerden itibaren sermaye politikalarında önemli bir yer tutması, 80’li ve 90’lı yıllarda KİT’lerin satılması, AKP iktidarı dönemindeki büyük özelleştirme dalgası…

Atladıklarımız olabilir. Ancak bunlar eninde sonunda 12 Eylül öncesini de kapsayacak şekilde bugüne kadar sistemsel anlamda bir süreklilik içeriyor. Sistemsel süreklilikten anladığımızı ise sermaye sınıfının iktidarı, devletin sermaye sınıfının çıkarları adına organizasyonu ve emperyalizmle olan bağımlılık ilişkisi olarak ifade edebiliriz. Bunlarda biçimsel farklılaşmalar, daha derinlikli ilişkilerin kurulması ve yeniden düzenlemeler olsa da ülkemizdeki kapitalist sistem emperyalizme uyumlu bir şekilde yol almaya ve kendine yol açmaya çalışıyor. Başkanlık tam da bu evrede yeni bir rejim olarak ortaya çıkmıştır.

Parlamentonun işlevinin kısıtlanması, yürütme erkinin tek kişinin inisiyatifine bırakılması, yeri geldiğinde kararnameler ile ülkenin yönetilebilir olmasını sadece Tayyip Erdoğan’ın kişisel hırslarına indirgeyen yaklaşım, bir yerden sonra rejim ve sistem tartışmalarında oluşan kafa karışıklığına su taşıyor.

Neden olduğu ise açık olmalı… Ekim Devrimi’nin dünya tarihinde açtığı pencerenin etkisiyle, padişahlığa karşı 1923 yılında kurulan Cumhuriyet, kapitalist bir sistem üzerinde şekillenirken, 20. Yüzyılın iki kutuplu dünyasında da emperyalizmin çıkarları doğrultusunda bir pozisyona yerleşmişti. Bugün artık Birinci Cumhuriyet olarak ifade etmemizde sakınca olmayan bu yapı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yaşadığı kimlik bunalımı ile birlikte üzerindeki –artık gereksiz görülen- yükleri atmaya karar verdi. Aslında bu karar emperyalizmle olan bağımlılık ilişkisinin geldiği nokta ve “Yeni Dünya Düzeni”ne uyum arayışının tezahürü olarak ifade edilebilir.

Şimdi bugün bu sürecin mantıksal sonucuna gelinmiş bulunmaktadır. Emperyalistler açısından büyük bir sorun olmayan, Türkiye sermaye sınıfı açısındansa yaşamsal görünen Başkanlık, Türkiye kapitalizminin yönetim biçiminin yeni bir veçhesi olarak gündeme gelmiştir. Bu yeni rejim, gerici sermaye diktatörlüğünün güncel halidir. Bu anlamda, Ekim Devrimi’nin yarattığı dinamikler sayesinde şekillenen, ideolojik anlamda bağımsızlıkçılık, laiklik ve Kemalizmin ağır bastığı 1923 Cumhuriyet’i tasfiye olmuş, AKP eliyle sermaye sınıfının ihtiyaçlarını görecek bir yönetim biçimine, yeni bir rejime geçilmiştir. Ancak sistem baki kalmış, sermaye iktidarı perçinlenmiş, emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinde güncellenmenin kapıları aralanmıştır.

İşte tam da bu noktada, sermaye sınıfı, liberaller, FETÖ ile el ele vererek, Birinci Cumhuriyet’in ve çoğunun altı boşaltılmış olan Birinci Cumhuriyet’in temsil ettiği değerlerin tasfiyesinde lokomotif rolü oynayan AKP iktidarı nedense üç maymunu oynuyor. Bunu yapmadıkları zaman da, manipülasyona başvurarak, aslında Türkiye’de sistemsel anlamda büyük ve “demokratik” bir dönüşüm yapıldığını ve bunun asla rejim değişikliği anlamına gelmediğini propaganda ediyorlar. Üste çıkmak istedikleri zamansa, emperyalizme karşı olduklarının ajitasyonunu çekiyor ve reis edebiyatına başvuruyorlar. Oysa ki yapmak istedikleri açık… Ülkemiz tarihinde, imparatorluktan kopuş ve ilerleme anlamına gelen ne varsa bunları bugün kapitalizmin modern sayılan potasında eriterek yeni bir senteze ulaşmak. Bu sentezin içinde İslamcılık var, emperyalizm işbirlikçiliği var, sömürü düzeninin devamlılığı var, işçi düşmanlığı var, tüketim ideolojisi var, köşe dönmecilik var, tarikatlar cemaatler var…

Toplumun yeni rejime alıştırılması ve yapılanların el çabukluğu ile yok edilmesi ortaya çıkan bu manipülasyona karşı çıkmak gerekiyor. Bu karşı çıkış için ihtiyacımız olan şeyler ise tarih ve sınıf bilinci, sosyalist bir örgütlenme ve devrim hedefi… Sermaye iktidarına, sömürü düzenine, gericiliğe ve emperyalizme karşı duruş tam da bu hedefe ulaşmak için bugün komünistlerin mücadele programında yer alıyor.