RÖPORTAJ | BMİS Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu: İşçi sınıfının canlanmaya ihtiyacı var

Gazete Manifesto olarak Birleşik Metal İş Sendikası (BMİS) Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu ile ülkemizin ve işçi sınıfının içinden geçtiği durumu konuştuk.

RÖPORTAJ | BMİS Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu: İşçi sınıfının canlanmaya ihtiyacı var

Türkiye’de son dönemlerde kendisini fazlasıyla hissettiren ekonomik krizden en büyük darbeyi emekçiler alıyor. Yapılan zamlar, kriz gerekçe gösterilerek çıkarılan işçiler, parası olmadığı için intihara sürüklenen yurttaşlarımız ve dahası… Bütün bunlarla birlikte 3. havalimanı inşaatında, Flormar’da, Cargill’de başlayan direniş ve eylemler de ülke gündeminde ses olmaya devam ediyor.

Bu dönemde en çok dikkat çeken ise sendikaların sessizliği. Gazete Manifesto olarak Birleşik Metal-İş Sendikası (BMİS) Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu ile ülkemizin ve işçi sınıfının içinden geçtiği durumu konuştuk.

Gazete Manifesto: Türkiye ekonomisi ciddi bir kriz içerisinde. İktidar bunu söylemde reddetmekle birlikte, açıkladığı Yeni Ekonomik Plan ile kabul etmiş durumda. Bu plan çerçevesinde sermayenin yeni saldırıları söz konusu. Bu konu hakkında düşünceleriniz nelerdir?

Adnan Serdaroğlu: Aslında ilk defa yapmıyor bu hükümet. Daha önceki AKP hükümetlerinde de kriz ortaya çıktığı zaman “teğet geçecek”, “bize zararı olmaz”, “bize etkisi olmaz” gibi işi hafifleten ve gerçekten de alınması gereken önlemleri engelleyen bir tavır izledi; geçmişte de yaptı bunu. Bu seferki aslında direkt AKP’nin kendisinden kaynaklı bir kriz. Yani hem izlediği ekonomi politikalarından hem uluslararası ilişkilerden ve bazı Türkiye’de krizi tetikleyecek yanlış yatırım kanallarından ortaya çıkan bir kriz var. Bu ödemeler dengesinin bozulması, Türkiye’nin ödeme güçlüğü içerisine girmesi, uluslararası borç miktarının çok yükselmesi, özel ve kamu borçlarının Türkiye’nin şu ana kadarki borçlarının en yüksek seviyeye gelmesi ve Türkiye’nin hazinesinin bunun garantörü olması ama hazinedeki döviz rezervinin düşük olmasından kaynaklı bir kriz yaşanıyor. Şimdi bu krizin olabildiğince etkisinin yavaş yavaş hissedilmeye başlanmasıyla görmeye başladılar. Ama “kriz yok” diyerek toplumu kendi söylemleri içerinde bazı yerlere kanalize etmeye çalışıyorlar. Bir de etkisinin yaygınlaştırılmasını engellemeye çalışıyorlar. Yani psikolojik etkisini engellemeye çalışıyorlar ama onların aslında gördüğü ve söylemediği bir şey var; her şey ateş pahası olmuş durumda. Her şey o kadar zamlandı ki bunu gizlemeye şansları yok. Şimdi uluslararası piyasalardan borç bulmaya çalışıyorlar. Yani çeşitli kaynaklara ulaşmaya çalışıyorlar, Arap ülkelerinden petrol birtakım yardımlar almaya çalışıyorlar, döviz rezervini yükseltmeye çalışıyorlar. Aslında “kriz yok” demelerinin en önemli nedenlerinden birisi de krizin varlığıyla birlikte bazı uygulamalar yapmaları gerekiyor. Yani diyelim ki işsizlik sigortası veya ödeme güçlüğü içerisinde olan şirketlerle ilgili Ücret Garanti Fonu…

“RESMİ OLARAK KABUL ETMİYORLAR AMA…”

Kriz ancak devlet tarafından “kriz” kabul edildikten sonra kabul edilmesi gereken şeyler ama oralarda da para yok, bitirdiler. Şimdi işçinin işyerlerinde alamadığı ücretlerle ilgili veyahut da başka devletin hükümlülükleriyle ilgili gereken sorumlulukları yerine getirebilecek kaynaklar yok. Örneğin işsizlik sigortası… Şu anda tamamen karşılığı olmayan kağıtlar üzerinde; bono ve tahviller üzerinde değerlendiriliyor. Bunlar da çok düşük miktarlarla değerlendiriliyor. Bunların hepsi ‘açığa çıkmasın, ödeme güçlüğü içerisinde olmayalım’ diye şu anda resmi olarak kriz kabul edilmiyor. Psikolojik etkilerini engellenmeye çalışılıyor ama piyasalar krize endeksli şu anda. İşyerlerinde işten çıkartmalar başladı, konkordatolar ilan edilmeye başlandı, iflas ertelemeler başladı, iflas etmeler başladı, ücretsiz izinler başladı, işletmelerde neredeyse üretimin yarı yarıya düştüğü yerler var. Özellikle büyük araçlarda traktör, otomotiv, otobüs ve kamyonlarda çok büyük oranlarda üretim düştü. Otomotivde özellikle iç piyasalarda aşağı yukarı yüzde 30 satışlarda düşüş var. Üretimde de buna karşılık olarak düşüş var. Bununla ilgili biz olabildiğince araştırmalarımızın kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamaya çalışıyoruz ve krizin olduğunu, krizin derinleştiğini söylemeye çalışıyoruz.

“KRİZ KASIM VE ARALIK’TA TÜRKİYE’Yİ KAPLAYACAK”

Tabi amaçları şu: IMF’ye gitmek istemediklerinden, uluslararası bir kaynak bulmaya çalışıyorlar. “Acaba kaynak bularak krizin etkisini azaltabilir miyiz?” veyahut da “krizi ortadan kaldırabilir miyiz?” hala birtakım çalışmaları var. Özellikle Ekonomi Bakanı damat Berat Albayrak uluslararası şirketlerle, bankalarla, finans kurumlarıyla, tefeci örgütlerle çokça görüşüyor. En son yapmış oldukları ekonomik tahlil ve programla krizin açıkça olduğunu gösterdiler. Yani bunlar aslında söylem olarak krizi kabul etmeseler de almış oldukları önlemler krizin Türkiye’de başladığını gösteriyor. Bizim korkumuz eğer çözüm bulunamazsa -ki zor görünüyor-, Kasım ve Aralık aylarında çok büyük bir şiddetle ‘kriz köpüğü’nün tüm Türkiye’yi kaplayacağı ve etkisinin çok büyük bir alanda hissedileceğini düşünüyoruz. Bu tedbirler biraz bunlara yönelik; yani etkisini azaltmaya yönelik. Ama orada da işçiden ziyade patronları “bu kriz etkisinden nasıl kurtarırız?” diye önlem almaya çalışıyorlar. Bundan cesaretle Ankara Ticaret Odası Başkanı açıklama yaptı. ‘6 aylık ücretler işsizlik fonundan karşılansın’ diye. Ki bunu kolay kolay söylemezler çünkü Cumhurbaşkanı bu ülkede ‘kriz yok’ demişse kimse ‘kriz var’ deme cesaretini gösteremez. Yani tek adam ne derse ona uygun bir profil ortaya konuluyor. Şimdi biz bunların muhtemel etkilerinin çok olacağını düşünüyoruz. Biz şimdi tedbirler almaya çalışıyoruz, işçi arkadaşlarımızı daha örgütlü bir konuma getirmeye çalışıyoruz, sürekli olarak işletmelerle gelişmeleri raporlamalar halinde ortaya çıkararak etkisinin hangi düzeyde olduğunu görmeye çalışıyoruz ve ona göre tedbirlerimizi alıyoruz ve şirketlerdeki örgütlülüğümüzle birlikte öncelikle ortaya çıkan krizin olumsuz etkisinin işveren tarafından üstlenilmesini istiyoruz. İleriki aşamalarda ortaklaştırılacak bir durum varsa onu gözlemleyerek planlarımızı ona göre hayata geçirmeyi düşünüyoruz.

“hükümet politikaları tamamen patronları kurtarmaya endekslenmiş”

Türkiye’de gerçekten sendikal harekette bir savrulma var. Yani DİSK “krizin faturasını biz ödemeyeceğiz”, “yüzde 1’in faturasını biz ödemeyeceğiz” gibi açıklamalar yapıyor ama ne diğer konfederasyonlar ne de diğer sendikalarda ağızlarından krizle ilgili bir kelime dahi çıkmıyor; hala şakşakçılık yapıyorlar, hala gerçekleri saklamaya çalışıyorlar. Bugün tekstil sektöründe binlerce insan krizden dolayı işten çıkarılıyor. Hiç birisinin sesi çıkmıyor. İnşaat iş kolunda şu an binlerce insan işten çıkartılıyor. Yani inşaat ekonomisi geçmişteki o şaşaalı günlerini geride bıraktı. İsmini sayamayacağız onlarca iş kolu krizin etkisini hissetmeye başladı. Karşılığında dayanışma, direniş yok. Birkaç gazete dışında haber de yok. Hatta bakıyorsunuz bazı gazetelere “büyük müjdeler” diye saçma sapan haberlerle Türkiye güllük gülistanlık gösterilmeye çalışılıyor. Vatandaşın domates almaya parası yok saçma sapan haberlerle kamuoyunu farklı yönlendirmeye çalışıyorlar. Durum pek iç açıcı değil. Sendikalar hükümete teslim olmuş durumda, hükümet politikaları tamamen patronları kurtarmaya endekslenmiş durumda, işçiler korumasız savunmasız… İşçiler ‘gelecek darbenin etkilerini ve bu darbenin etkilerini ne kadar az hissederiz’ diye can derdine düşmüş durumda.

G.M.: Bununla birlikte çeşitli sendikal çevrelerden krizle ilgili açıklamalar geliyor. Türk-İş ve Hak-İş “aynı gemideyiz” açıklamasında bulundu. Ayrıca bazı çevrelerde “Ekonomik ve Sosyal Konsey toplansın” çağrısı var. ESK krizin konuşulacağı bir zemin midir? Sendikal çevreler bu çağrıya destek vermeli mi?

A.S.: Bu sefer sondan başlayayım. ESK geçmişten beri tamamen hükümetin yanlış politikalarını meşrulaştıran bir kurum haline dönüştü. Yani siz oraya katılsanız da oradaki büyük bir çoğunluk “aynı gemideyiz” hikayelerini üstlenmiş gruplar, sendikalar hükümetin politikalarına destek vererek oradan çıkan kararları ve hükümetin almış olduğu kararları meşrulaştırma görevini üstlenmiş durumdalar. Ben o açıdan ESK’nın hiçbir şekilde faydalı olduğunu ve bir tartışma platformu olduğuna inanmıyorum. ESK tamamen hükümetin kontrolü altına girmiş ve hükümetin yaptığı yanlışları resmileştiren bir kurum haline dönüştürülmüş durumda. Siz oraya katıldığınız takdirde orada azınlıkta kalırsınız ama çoğunluğun kararlarına siz de ortak olmuş olursunuz. Onun için ESK’nın doğru düzgün çalışan bir kurum olduğuna inanmıyorum.

“AYNI GEMİDE DEĞİLİZ”

“Aynı gemideyiz” teraneleri hala devam ediyor ama vatandaşın 400 milyon liralık uçan saraya binme şansının olmadığını da biliyorlar. Türkiye gibi ekonomisi çatırdayan, tamamen tasarruf tedbirlerinin devletin kendi kurumlarının alması gereken bir hükümet şu anda bırakın kendisinden, işçilerden tasarruf bekliyor. Birkaç gün önce bir şey tartışılmaya başlandı: Zorunlu Bireysel Emeklilik. Eskiden 2 ay içerisinde çıkılabiliyordu şimdi 3 yıl tasarruf yapılma zorunluluğu getirildi. Yani asgari ücretliden tasarruf yapılması bekleniyor ama 400 milyonluk uçan saraya binmesini, bizim ismini bilmediğimiz yemekleri Saray’da şatafat içerisinde yemeyi itibar meselesi olarak görüyorlar. Bu anlamda biz Türkiye’de “aynı gemide” olmadığımızı söylüyoruz. Türkiye’deki yüzde 1’lik kısım hala işin kaymağını yemeye çalışıyor.

Biz sendika olarak da maalesef bir dayanışma içerisinde bu olumsuzlukları dile getirip buna karşı bir ortak mücadeleyi önümüze koyamıyoruz. Hatta sosyal medya ve enformasyon kaynaklarımız üzerinden bunları paylaştığımız zaman soruşturmaya tabi tutuluyoruz, gözaltına alınma tehlikesi yaşıyoruz ve böyle bir korku çeperi içerisinde ürkerek bazı şeyleri paylaşmak zorunda kalıyoruz. Türkiye’de korku imparatorluğu hakim duruma getiriliyor. Kötü şeyler, olumsuz şeyler ve hükümeti eleştiren şeyler dillendirilmesin diye böyle bir yöntem geliştiriliyor.

G.M.: Kriz koşulları ağırlaştıkça işçi sınıfının kitlesel işsizlik, reel ücretlerin gaspı gibi başlıklarla karşı karşıya kalma olasılığı artıyor. Sendikal hareket bu konuya hazırlıklı mı?

A.S.: Şu an tek kurtuluş yolu toplumsal hareketlerin kendisini hissettirmesi. Bu kısmen sendikaların etkisi olabilir ya da sendikaların dışında bir kısım hareketler olabilir; Gezi’de olduğu gibi. Bazı şeylerin derinleşerek yaşanmaya başlaması birtakım tepkileri de ortaya çıkarabilir. Bunlar herkesin sustuğu bir ortamda, doğruların söylenmediği bir ortamda verilen mesajlar yeterli olmayabilir. Eğer bazı insanlar doğruları söylemeyi sürdürebilirlerse o toplumsal hareketin daha kısa süre içerisinde filizlenme şansı var. Biz aslında sendika olarak bunu üstlenmiş durumdayız. Muhtemeldir ki önümüzdeki günlerde bu kadar hayat pahalılığı yükseldiği, bu kadar işten çıkarmaların arttığı, insanların evine ekmek götüremeyecek duruma geldiği, iş bulamayacağı bir duruma geldiği ortamda bir yerlerden patlayacaktır. Biz hala toplumun bu kadar sessiz olduğunu ve bunun ilelebet devam edeceğini düşünmüyoruz. Mutlaka bir yerden bu tepki hızlı bir biçimde ortaya çıkacak ve bu alev bunun sorumlularını da ortadan kaldıracak bir şekilde kendisini hissettirecektir.

G.M.: İşçi sınıfı içinde son zamanlarda ciddi bir mücadele eğilimi gözleniyor. Üçüncü havalimanı direnişi, Flormar, Cargill işçileri ve diğer direnişler… Sizce bunlar yeni bir dönemin habercisi mi?

A.S.:  Aslında biraz daha kamuoyuna yansımış eylemlilikler olarak değerlendirebilir ki, Türkiye’de zaman zaman ortaya çıkıyor. Bir Tekel direnişini düşünün, BMİS’in gerçekleştirmiş olduğu uzun vadeli eylemlilikler, MESS’e karşı verilen mücadele, grev yasağını tanımama, hükümeti cezalandırma bunların hepsi önemli etkiler. Ama ben şu anki eylemlerin spesifik eylemlikler olduğunu düşünüyorum. Bunların çoğalması gerekiyor. Bunların çoğalma ihtimali var mı? Hiç belli olmaz ani bir etki bunların çok daha fazla ortaya çıkmasına neden olabilir. Ama bunları görerek “Türkiye’de bazı şeyler değişiyor, işçiler hareketli hale geliyor” gibi düşünmek yanıltabilir insanları. Bence çoğalması gerekiyor ama sırf bunlara bel bağlamamak gerekiyor. Bunlara bel bağlarsak bazı şeylerin önünü kesmiş olursunuz. İşçi hareketleri çoğaldıkça Türkiye’de hükümetin endişelendiğini görüyoruz. İşte bunların çoğalması gerekiyor. Muhtemeldir ki krizin etkileri bu tür eylemliliklerin de çoğalmasına neden olacaktır. Ben bu sorunun cevabını ne çok pozitif ne çok negatif olarak düşünüyorum. Rutin bir süreçte haksızlığa uğramış işçilerin tepkileridir ama bu şekliyle kalırsa sönümlenir ve esas beklediğimiz bu mücadele ortamına da engel olabilir. Bunun fazlalaştıracak bir çaba içerisinde olmak lazım. Kendiliğinden yükselmeyecek gibi görünüyor, hatta sönümlendirdiler. Cargill yürüyüşe kadar kimsenin bilmediği bir eylemlilikti. Havaalanındaki işçilerin sorunları bu zamana defalarca dile getirilmesine rağmen etkisi bu kadar görülmemişti. Ama şu anda da sönümlendirilmeye çalışılıyor. Flormar da bildiğimiz klasik işçi eylemi. Yani çokça atılmış işçinin feryadı. Biz bunu Diam’da gördük. Ama Flormar’ın şöyle artı bir özelliği de var. Uluslararası bir şirket, büyük bir kısmı kadın çalışan ve patronları tam bir işçi düşmanı tavır takınıyor. Bu da kamuoyunda bir ilgi uyandırdı.

“Sınıf Tavrı işçi sınıfı adına önemli bir kazanım ortaya çıkaracak”

G.M.: Böyle bir dönemde işçi sınıfı mücadelesine dönük bazı çağrılar da var. Sınıf Tavrı da böyle bir çağrı yaparak kurultay toplayacağını duyurdu. Bu çağrılar hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

A.S.: Yani bütün çağrılara ihtiyaç var aslında. Bugün işçi sınıfının canlanması, fabrikadaki çalışma haklarını devam ettirme, haklarını koruması için herkesin bu konuda bir katkı vermesine işçi sınıfının ihtiyacı var. Bu anlamda bütün çalışmaları olumlu buluyorum. Sınıf Tavrı’nın da işçi sınıfı adına önemli bir kazanım ortaya çıkaracağına inanıyorum. Biz bu platformdaki çalışmaları destekleyeceğiz.