Solun "proje siyasetiyle" imtihanı: SYRIZA ve ötesi 

PUSULA | Solun "proje siyasetiyle" imtihanı: SYRIZA ve ötesi 

Solun

İlker Demirer

21.yüzyıl büyük bir ihtişam ve “beklenti” ile açıldı. Aradan geçen 18 yıl içinde bu ihtişam ve “beklentinin” gerçeği yansıtmak bir yana, büyük bir hayalkırıklığı yarattığı görüldü. Sosyalizmin 20.yüzyılın son bölmesinde çözülmesinin ardından emperyalist merkezlerin yarattığı toz pembe hayaller 21.yüzyılın hemen eşiğinde tuzla buz oldu. Emperyalist-kapitalist sistemin daha fazla sömürü adına gerçekleştirdiği her türlü adım, sermaye sınıfı tarafından içeriksiz, görüntüden ibaret bir biçimde toplumlara sunulmaya çalışıldı. Dolayısıyla siyaset “projeler toplamı” derekesine çekildi. Projecilik siyasetin ana unsuru, temel görüntüsü haline dönüştü.

Bu projelerin en önemlilerinden bir tanesi Avrupa Birliği’ydi. Avrupa Birliği, 20.yüzyılın sonunda sosyalizmin boşalttığı Kıta Avrupası’nın emperyalist merkezlerinin bir projesi olarak toplumların önüne konulmaya başlandı. Sermayenin merkezileşme eğilimi bu dönemde hız kazanırken, emperyalist merkezler gerek eski sosyalist bloku oluşturan coğrafyaları talan etmek, gerekse de uluslararası sermayenin önünü açmak için egemenlik haklarının uluslararası kurumlara devrini tartışmaya açtı. AB, “ulusları aşan”, “ulus-ötesi” kavramlarıyla pazarlanan ve toplumların önüne konulan büyük bir proje olarak lanse edildi.

 Yunanistan deneyi ve AB’nin “çıkış yolu”

AB’nin 2000’lerin ilk yarısında gelen genişleme dalgası, pazar ölçeğinin büyümesiyle başta Almanya olmak üzere, Fransa vb. ülkelere “olumlu” yansıdı. Öte yandan, yakalanan bu iyimser hava bir yalancı bahardı ve kapitalizmin kriz dinamikleri artarak devam etti. 2008 yılında ABD finans piyasalarında başlayarak gelişen kriz, AB’yi ciddi anlamda sarstı. Bu sarsıntıdan en çok etkilenen ise Yunanistan oldu.

Yunanistan’ın zayıf ve bağımlı ekonomisi, başta Almanya olmak üzere, emperyalist merkezlerin “artıkları” ile “göz kamaştıran” bir hava yarattı. Ancak, Yunanistan’ın büyük bir borç ve bağımlılık ilişkisi ile tüm egemenlik haklarını AB’ye teslim etmesi karşısında bu yalancı baharın kara kışa dönüşmesi hiç zor olmadı. Yunanistan, 2010 yılından kendini IMF ve AB’ye teslim etti.

Troyka, IMF- Avrupa Merkez Bankası- Avrupa Komisyonu, eliyle Yunanistan’a acı reçete kesildi. Bu acı reçetenin etkisi büyük oldu. Yunanistan’ın borç krizi, 2007’den 2014’e kadar genel Yunanistan ekonomisini yüzde 26 küçülttü. Asgari ücretler yüzde 25 azalırken, işsizlik oranları yüzde 27 ile tarihi bir rekora çıktı.

Bir yandan kemer sıkma politikaları ile Yunanistan’ın geleceği de ipotek altına alınırken, öte yandan kurtarma programı adı altında Yunanistan’ın zenginliklerine el konulmaya başlandı. Yunanistan’ın borçlarını yapılandırılması için gündeme gelen kapsamlı özelleştirme programı işçi sınıfının direnci ile karşılaşırken, mevcut siyasi sistemin temsilcileri böyle kapsamlı bir dönüşüm programını hayata geçirmek için gerekli ikna edicilikten uzaktı.

 Sosyal demokrasi alan boşaltırken

Radikal Sol Koalisyon (SYRIZA) bu dönemde sosyal demokrat PASOK’un boşalttığı alanı doldurmaya başladı. “Solcu” olarak bilinen kökeni ile SYRIZA, kriz için güncel çözüm önerilerine sahip olduğu iddiasıyla gücünü arttırmaya başladı. Ana gövdesi Yunanistan Komünist Partisi’nden kopan Synaspismos’un oluşturduğu SYRIZA “Troyka ile sıkı pazarlık” söylemi ile hızla güç biriktirdi. 2012’den 2015’e düzen siyasetindeki kırılmalar sayesinde iktidara gelen SYRIZA, o dönem Yunanistan’ın “Grexit” adı ile bilinen Euro bölgesinden çıkışı ile yakından ilgili olarak iktidara geldi.

SYRIZA temel olarak Grexit’in engellenmesi ve kemer sıkma politikalarının uygulanması adına iktidara gelirken, sağcı ANEL ile ortak koalisyon kuran SYRIZA, “ilk 100 gün programı” adı verdiği programın tam tersini uyguladı. Troyka ile yapılan görüşmelerde “sıkı pazarlıkçı” görünüm alacağını iddia eden SYRIZA kemer sıkma programını referanduma götürdü.

Kemer sıkma programı halk tarafından reddedilmesine karşın imzalayan SYRIZA, üç yıl içinde onlarca özelleştirme, sosyal hakların budanması kararlarına imza attı. Bugün Yunanistan’ın borçları 300 milyar Avro’nun üzerinde. Yılda sadece bu borçlar için 20 milyar Avro’luk bir faiz ödemesi gerçekleştiren Yunanistan’ın kişilere düşen borç yükümlülüğü yıllık kazancın iki katı.

 “Sol” reformizmin öğrettikleri

SYRIZA bu anlamıyla sosyal demokrasinin gerçekleştiremediği dönüşüm programının taşıyıcısı olurken, solun proje partileri karşısında ne denli şerbetinin zayıf olduğunu da gösterdi. SYRIZA’nın yükselişi, başta Avrupa olmak üzere krizin vurduğu bir dizi ülkede sol reformist güçleri “alternatif” olarak önünü açtı. Bu tür partilerin ekonomik ve toplumsal sistem içerisinde köklü bir dönüşümü savunmadıkları gibi, sermaye sınıfının programının bir parçası haline dönüşmeleri ise bu partilerin asıl sınıfsal kökenlerinin ne olduğunu göstermesi açısından da “ibretlik”.

Bu yükselişin tarihsel arka planı incelendiğinde ise sınıf mücadelesinin temel bir ayrımının yeniden güncellediği gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz. İşçi sınıfının tarihsel çıkarlarının temsil edilme olanağının zayıfladığı her örnekte, güncel siyasal belirlenimin sermaye sınıfı lehine sonuçlar doğurduğu gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz. Ancak 21. yüzyılda Almanya’da Die Linke (Sol Parti) ile başlayan, Yunanistan SYRIZA, İspanya’da Podemos hareketi ile devam eden siyasal anlayışı 20.yüzyıldaki örneklerinden ayıran bir başka özellik daha var.

20.yüzyılda işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının zayıfladığı anlarda sosyal demokrasi ve türevleri eliyle “reformist” eğilimler güçlenirken, bu eğilimlerin temel düsturu kapitalizmin aşama aşama yerini sosyalizme bırakacağı stratejisiyle hareket ediyordu. Zamanla ara aşamalar ile sosyalizme varma eğilimi sınıf partilerini de etkiledi. Örneğin, 1974 yılında “Fransız Solunun Ortak Programı” ile komünistleri ve sosyal-demokratları yan yana getiren siyasal stratejide, “anti-tekel” vurgusu ile böyle bir aşamacı çizgi solun önüne konuluyordu. Günümüzde sol reformist siyaset aşamacılıktan “kapitalizmin ehlileştirilmesi” çizgisine çekilmiş durumda. SYRIZA’nın istifa ederek kenara çekilen ve gününü bekleme eğilimi içinde olan Maliye Bakanı Varufakis, bu yılın başında yayınlanan bir söyleşisinde solun amacının “kapitalizmi sonlandırmak değil, ehlileştirmek” olduğunu ifade etmesi, günümüzdeki reformist çizginin farklılığını ortaya koyması açısından önemli.

Proje siyasetinin Türkiye’deki yansımaları

Bu siyaset biçiminin ülkemizde de bir dizi noktada yansımaları bulunuyor. 96 yılında kurulan ÖDP’nin ilk dönemi ve sonrasında Kürt siyasetinin belirlenimi ile yoluna devam eden liberal sol eğilim, bu çizginin Türkiye’deki temsilcileri. Her ne kadar Türkiye’nin emperyalist sistemle olan bağları, son 16 yıllık AKP eliyle yürütülen dönüşümün yarattığı özgünlükler düşünüldüğünde bu eğilimlerin birebir aynısını yansımıyor. Ancak bugün, HDP etrafında oluşturulan siyasal anlayış solun bir kez daha “proje ile imtihanını” gündeme getirmiş durumda.

2013 yılında İkinci Cumhuriyet’in Kürt açılımına soldan destek için kurulan HDP’nin zamanla dönüşerek bugünkü pozisyonuna kavuşması, bu pozisyonun solda yarattığı etkinin çapı düşünüldüğünde, solun bu imtihandan “pek başarılı” olamadığını gösteriyor. SYRIZA vb. yarattığı etkinin HDP eliyle yaratılmak istenmesi Türkiye’deki siyasi atmosferin gerçekleriyle de uyumlu değilken, bu etkinin güçlenmesi solun projeler konusunda daha kapsamlı bir mücadele vermesi gerektiğini gösteriyor.

24 Haziran seçimlerine yaklaştıkça bu eğilimlerin abartılı değerlendirmeler ile “bu sefer düzen kesin çatırdıyor” algısı yaratması ise bu kesimlerin kendi siyasetsizliklerini saklama çabasından başka bir şey değil. Öte yandan, burada işçi sınıfının tarihsel temsilcisi olan komünistlere büyük görev düşerken, düzen karşıtı bir çizginin de siyasal bir güce kavuşması gerekiyor. Bu güce kavuşmak için düzenle verilen kavganın yanına bir sınıf çapası eklenmesi ve “sahte umutlara” kapının kapatılması gerekiyor. Aksi durumda “sel gider, kum kalır” atasözünün canlı bir şahidi olmak dışında bir seçenek bulunmuyor.