PUSULA | Sermayenin doğrudan diktatörlüğünde sınıfa karşı sınıf

PUSULA | Sermayenin doğrudan diktatörlüğünde sınıfa karşı sınıf

28-10-2018 09:55

24 Haziran ile birlikte “İkinci Cumhuriyet” olarak yükselen yeni rejimin temelinde yatan sermayenin doğrudan diktatörlüğü karşısında, toplumsal öncüye yani işçi sınıfına politik önderlik yapacak olan Parti’nin toplumsal formasyonun her alanında yürüteceği siyasetteki mutlak şiarın “sınıfa karşı sınıf” olduğu da her geçen gün daha da doğrulanmakta, belirginleşmektedir.

Hasan Alioğlu

Endüstri 4.0 söylem ve tartışmalarının ufaktan da olsa kulaklara çalındığı bugünlerde hiç de inkar edemeyeceğimiz bir gerçek var ki kapitalist üretim tarzı ve biçimleri ile üretim araçları ve üretici güçlerin niteliği, dolayısıyla üretim ilişkileri de kimi dönüşümlere uğramaktadır. Ne var ki bu dönüşümler kapitalist ekonominin temelinde yatan artık-değer oluşturma ve buna sermayedarlar tarafından el konulması gerçekliğini zerrece değiştirmemektedir. Siyaset ve ideoloji cephesinde söz konusu bu söylem ve tartışmalar gelişkin kapitalist ekonomilerden (emperyal kapitalist ekonomiler), bizim ülkemiz gibi geç kapitalistleşen sosyo-ekonomik yapıya ise, seçim meydanlarının saftirik ve albenisi olmayan (burjuvaziye, bakınız gelecek vaat eden temsilciniz biziz sinyali olsa da) vaatleri olarak yansıyabildi ancak. Hiç kuşkusuz, bu söylem ve tartışmaların sosyalist devrimci hatta ısrar edenler için de Marksizmin çözümleyiciliğinde ele alınması gerekliliği yaklaşmaktadır.

Ama bugünkü Türkiye gerçekliğindeki toplumsal formasyonda, kapitalist üretim tarzının ve ilişkilerinin geldiği düzeyde hem geniş yığınların ve işçi sınıfının nesnel koşulları hem de siyasi öznelerin çözümleyiciliği, müdahaleciliği, yıkıcılığı ve yeniden yapıcılığı için kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerine, bunun üstünde oluşan siyaset kurumlarına ve ideolojilere odaklanmak da ihmal edilemez birincil önceliktir.

Dünyamızın çok kutuplu bir dünyaya evrildiği günümüze gelmeden önce iki kutuplu dünyanın artık bittiği ve kapitalizmin nihai zaferinin ilan edildiği yıllarda toplumun büyük bir dönüşüm geçirerek, sınıfların ortadan kalktığı iddiaları sıkça tekrarlanır olmuştu. Bu elbette ki büyük bir ideolojik saldırıydı, bu ideolojik saldırının dayanağını oluşturan maddi temellerden birisiyse 20. yüzyılın son çeyreğinde emek süreçlerinin dünya ölçeğinde yaşadığı dönüşümler ve bunun sonuçlarıydı. Fordist birikim rejiminin yanı sıra postfordist birikim rejiminin de gerek uluslararası planda, gerekse ulus-devlet sınırları içinde ağırlıklı olarak uygulamaya koyulmasıyla emek süreçlerinde bir dizi değişim meydana gelmişti.

Bu değişimlerin en önemli sonuçlarından ilki, postfordist üretimin belkemiği olan esnek üretim modelinin ve bu model dolayısıyla esnek uzmanlaşma kavramının üretilmesi; ikincisi, esnek üretim modelinin yeniden ve yeniden üreterek yaygınlaştırdığı enformel üretim ilişkilerinin, formel üretim ilişkilerinden ağırlık merkezini kendi lehine doğru kaydırmasıdır. Bu ağırlık kaymasının sonucuysa, marjinal sektörlerde hem emek gücünü satmaya hazır olan proleter kitlenin devasa artışı hem de bu alandaki ilişkilerin karmaşıklaşarak artmasıdır. Temel değişimlerin üçüncüsü ise küçük ölçekli üretimin yaygınlaşmasının önünün açılmasıdır. Böylece parça-başı üretim, hane-içi üretim olguları da artarak işyeri mekanı parçalanmıştır. Dördüncü ana sonuç ise taşeronlaşmadır. Taşeron üretim, sermayenin uluslararasılaşması eğilimiyle beraber 1970’li yılların ortalarından itibaren uluslararası boyutta gözlemlenen bir olgu haline gelmiştir. Öte yandan taşeron üretim ve ilişkiler aynı zamanda yerel ölçekte çeşitli kapasitedeki firmalar arasında kurulan bir ilişki haline de gelmiştir.

Daha genel bir ifadeyle dünya ölçeğinde işbölümü yeniden örgütlenmiştir. Bu yeni örgütlenme “gelişmiş kapitalist formasyonlar” ile “geç kapitalistleşmiş formasyonlar” arasında oluşmuştur. Yeni birikim rejimi ve ona eşlik eden siyasal ve ideolojik süreçler, dünya genelinde emeği ucuzlatma yönelimi doğurmuştur.

Sonuçta emek süreçleri bölünmüş, emeğin değeri ucuzlatılmış, hizmete dayalı çalışma biçimleri artmış, yeni tür işler ve istihdam biçimleri ortaya çıkmış, işçi sınıfı içerisindeki sendikalaşma oranları azalmış, dolayısıyla örgütsüzleşme yayılmış, az çok sürekli istihdam olanağına sahip nitelikli çekirdek işgücünün etrafında şekillenen ve sürekli istihdam olanağı bulamayan, esnek, niteliksiz, örgütsüz işgücü kitlesi meydana gelmiştir.

Böylece kapitalist üretim dünya ölçeğinde yaşadığı sıkıntılarını yine dünya ölçeğinde çözümlerken, sınıfları oluşturan toplumsal ve kültürel ortamda üretilen çeşitli ideolojik biçimler (toplumsal cinsiyetçi, etnik-dinsel-ırkçı ayrımcılık, geleneksel aile ideolojisi vb.), yeni birikim rejiminin yukarıda sözünü ettiğimiz sonuçlarının yarattığı ilişkilerde yaşanan grift durumların zemininde yeni hareket alanları ve yeni işlevler kazanarak emek ile sermaye arasındaki çelişkinin muğlaklaşmasını sağlamıştır. Dolayısıyla bu tür kimlikler üzerinden kurgulanan ilişkiler, türdeşliği hızla bozulmaya devam eden işçi sınıfının, sömürüden kaynaklı sınıfsal konumunu ayırt etmesini de büyük ölçüde engellemektedir.

* * *

Kapitalizmin uluslararası işbölümünde Türkiye en genel haliyle taşeron konumuna yerleşmişken, ulusal sınırları içerisindeyse formel, enformel ve marjinal üretim ve hizmet alanlarının eklemlendiği, istihdamın yaklaşık üçte birinin enformel sektörde biriktiği bir piyasa ve istihdam yapısına ulaşmıştır. Bu yapıdaki Türkiye’de, enformel sektörün büyümesine küçük işletme ağırlıklı imalat sanayi yol açtığı söylenebilir. Öte yandan büyük işletmelerinde esneklik adı altında işletmelerini küçük parçalara bölerek taşeron çalıştırmaya yöneldiğinin ve bu sektörde sigortasız çalıştırmanın yanı sıra, yoğun oranda ucuz kadın ve çocuk emeği kullanımının yaygın olduğu da bilinmektedir.

Formel üretimin çeşitli biçimlerinde istihdam edilenler sürekli ve sosyal güvenceli olarak orta-büyük boy işletmelerde çalışan işçilerken, enformel üretimin çeşitli biçimlerinde istihdam edilenler ise esnek ve sosyal güvencesiz olarak formel küçük atölyede, hane (ev) içi küçük atölyede, küçük taşeron firmalarda çalışan işçilerdir. Öte yandan formel üretimin çeşitli biçimlerinde üretken olmayan (bizzat meta üretim sürecinde yer almayan) emekçiler yani yüksek ücretliler dışında kalan “beyaz yakalılar” bulunurken, enformel üretimin çeşitli biçimlerinde üretken olmayan (bizzat meta üretim sürecinde yer almayan) emekçilerle, küçük firmalarda esnek olarak istihdam edilen pazarlamacı, sigortacı, anketör, pompacı, temizlikçi, güvenlikçi, sekreter, tezgahtar, garson, kapıcı, vb. olarak çalışan emekçiler bulunur. Marjinal sektör-marjinal alan olarak tanımlanabilen çerçevede gösterilen faaliyetler geleneksel olarak bugüne kadar varlığını sürdürebilmiş olan ve günümüzde yayılışı artan işportacılık, seyyar satıcılık, boya-badana işleri gibi kendi hesabına çalışma gibi görüntülerde ortaya çıktığı gibi; atık kağıt toplayıcılığı, oto yıkama vb. uğraşılar biçiminde de gözlemlenmekte, emeğini işgücü piyasasında satmaya hazır proleter bir yığın oluşturmaktadır.

Türkiye’deki küçük ölçekli işletmelerin yaygınlaşmasıyla sayıları artan ‘enformel işçi’ler özellikle hemşehricilik, etnik kimlik, mezhep bağları, dinsel cemaat bağları ve -bu olguların bir sonucu olarak- “dayanışmacılık”, aile yapısı, paternalist ilişkiler gibi kültürel etmenler üzerinden bu tür işletmelerdeki üretim süreçlerine uyum sağlayabilmektedir. Esneklikle birlikte ortaya çıkan parça başı çalışma, geçici çalışma gibi çalışma türlerinin Türkiye’deki temel ortaklığı, üretimin gerçekleştirildiği işyeri ölçeğinin küçülmesidir. Dolayısıyla yönetim, işyeri düzeyi gibi daha alt düzeylerde örgütlenir olmuştur. Bu durum aynı zamanda kimi kez işçi sınıfını uygulanan ekonomi politikalarıyla sendikasızlaştırmakta, örgütsüzleştirmekte; kimi kez de işçi sınıfının kendi içinde sendikasızlaşma ve örgütsüzleşme eğilimi doğurmaktadır. Örgütsüzleşme özellikle egemen ideolojik girdilerle desteklenmektedir. Diğer yandan enformel üretim ve hizmet alanında istihdam olanağı bulmak için yoğun olarak kullanılan akraba, hemşehri, cemaat ilişkileri gibi ilişki ağları sınıfın bileşenlerinin bu kanallar dışında dayanışacakları, güven bulabilecekleri her türlü örgütlenme ihtiyacı ve faaliyetinden uzak tutmaktadır. Bu haliyle de bu tür ilişki kanalları egemen sınıflar için devamlılığı istenir olmakta ve sonuçta bir bütün olarak işçi sınıfını edilgenleştirecek ideolojik motifler haline gelmektedir.

* * *

Sınıfın, doğrudan üretim sürecini ve sömürüyü aşan daha geniş bir ilişki olduğunu; bir kişinin sınıfsal konumunun ise öznel tutumlara göre değil, kendisinin ya da başkalarının düşünebileceğinden bağımsız olarak üretim ilişkileri içindeki fiili yerine bağlı olduğunu biliyoruz. Sınıfın belirli üretim ve sömürü birimlerini aşan daha geniş bir ilişki olduğu ve bu ilişkilenmeler tarafından belirlenmesi işçi sınıfının kapsamının daha geniş ölçekte değerlendirilmesine olanak tanır. Günümüzde de işçi sınıfının nesnel konumundaki heterojenleşme sürmekle birlikte, bu sınıfı oluşturan unsurların toplumsal yapıda saçaklanma göstermesi nedeniyle sınıfın kapsamı niceliksel olarak genişlemeye devam etmektedir.

Buraya kadar tüm değinilenlerden de çıkarsanabileceği gibi, siyasal ve ideolojik süreçlerle, kültürel ilişkilerin sınıf yapısı üzerindeki etkileri görmezden gelinemez; sınıfa ilişkin değerlendirmeler ve yön verici müdahaleler bu süreç ve ilişkilerin bütünlüğündeki dolayımda üretilip, yürütülecek siyaset ile gerçekleştirebilir.

Evet, öznenin üretip yürüteceği siyaset toplumsal formasyondaki ana çözücü araçtır. Bu araç, formasyonun bütününde kurulacak dolayımlı ilişkilerle niceliksel olarak en geniş (aynı zamanda bir o kadar heterojen) sınıfsal kümeye (işçi sınıfının çok çeşitli sektörel bazlarda üretken ve üretken olmayan emek kategorilerini içeren tüm kesimleri) yönelerek, onların etki alanında kaldıkları egemen ideolojinin tüm eklektik ideolojik fragmanlarının arasındaki gerilim ve çelişki barındıran unsurları arasına gerek sızarak, gerekse onları başkalaştırıp yeniden üreterek düzen karşıtı bir söylem çerçevesinde yeni bir bütünlüğe oturtma arayışı içerisinde olmalıdır.

Örneğin bu bağlamıyla, içinden geçtiğimiz siyasi süreçte en geniş sınıfsal yığınlarda karşılığını bulan Amerikan karşıtı söylemler, bu toprakların ilerici-sol-sosyalist mücadelenin tarihsel kazanımı olarak yeniden üretilerek anti-Amerikancı söylem anti-emperyalist söyleme genişletilerek anti-kapitalist bir ideolojik çerçevede yeniden bütünlüğe oturtulup siyasi hatta kurgulanmalıdır.

Öte yandan her kapitalist ekonomik sistemin ideolojik olarak zayıf karnını oluşturan ve bu nedenle egemen ideolojik yapılanmada üstü katmerlenerek örtülen “eşitlik” (emek sömürüsü karşıtlığı) düşüncesi ve söylemi de her daim işçi sınıfı ideolojisinin (sosyalizmin) temeli olarak en geniş sınıfsal kesimlere dönük her siyasi söylemin ana motifi olarak yeniden üretilmelidir.

Elbette bu ana motifin ilk elde alıcısı ise, kapitalist üretim tarzının gittikçe karmaşıklaştığı ve heterojen bir işçi sınıfı yapısına yol açtığı bu koşullarda, emekleri ile sermayenin sömürüsü arasında görece daha yalın ilişkiyi ilk elde hissedebilen, formel alanın üretken (doğrudan artı-değer, meta üretim süreçlerinde bulunan işçiler) emek kategorisinde tanımlanabilen klasik sanayi işçileridir. Bu ana toplumsal özne, kelimenin gerçek anlamıyla tarihsel-toplumsal oluşumu dönüştürme, değiştirme gücüne sahip bir özne olabilmek için örgütlü ve siyasal bir bilinç içerisinde devinebilme özelliklerine kavuşmalıdır. Bu özellikleri ise ona kazandırabilecek olan, onun mücadeleci bir hareketlilik içerisinde olması olduğu kadar, ondan da fazlası, siyasi bir öznenin (işçi sınıfının öncü partisinin) ona nüfuz ve temayüz edebilmesidir.

24 Haziran ile birlikte “İkinci Cumhuriyet” olarak yükselen yeni rejimin temelinde yatan sermayenin doğrudan diktatörlüğü karşısında, toplumsal öncüye yani işçi sınıfına politik önderlik yapacak olan Parti’nin toplumsal formasyonun her alanında yürüteceği siyasetteki mutlak şiarın “sınıfa karşı sınıf” olduğu da her geçen gün daha da doğrulanmakta, belirginleşmektedir.

Öyleyse yapılacak şeyler de bellidir.