Bizde Cesaret Yok mu?

Bizde Cesaret Yok mu?

29-07-2018 08:15

Özel bir İttihat ve Terakki güzellemesi veya eleştirisi yapma gayesinde olmadan 1908'de ne olduğunu kısaca hatırlayalım...

Deniz Olcay

Özel bir İttihat ve Terakki güzellemesi veya eleştirisi yapma gayesinde olmadan 1908’de ne olduğunu kısaca hatırlayalım. 1876 yılında meşrutiyeti ilan edeceği sözüyle tahta geçen II. Abdülhamid’in 93 Harbi’ni  bahane ederek Meclis’i dağıtmasının üzerinden yaklaşık 30 yıl geçmiştir. Artan huzursuzluklar, Balkanlar’dan Afrika’ya kadar imparatorluğun tamamına yayılan isyanlar, Düyun-u Umumiye ile ekonomik bağımlılığın vücut bulması, gazete basılmasını bile yasaklayan “Yıldız burcunda ikamet eden baykuş” II. Abdülhamid’in baskı/istibdat rejimi İttihat ve Terakki Cemiyetini de aynı sertlikle örgütlenmeye itmiştir. Resneli Niyazi ile birlikte dağa çıkan 150 civarında asker ve 250 civarında gönüllünün tetiklediği isyan 20 günde bir devrime dönüşerek II. Abdülhamid’i Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda bırakmıştır.

İttihat ve Terakki üyelerinin iki Meşrutiyet dönemi arasında devlet içeresinde ne tür görevler aldıklarını, niteliklerini, Avrupa devletleriyle ilişkileri ebetteki bir kenara bırakmak mümkün değildir. Fakat 1908’i değerlendirirken merkeze bunları koymak, açık ve net şekilde Abdülhamid ve onun istibdat rejiminin hayranı olmayı gerektirir. Abdülhamid’i, İlber Ortaylı’nın anlattığı gibi sadece “yorgun ve çevresindeki kadrolarla uyumlu çalışamayan, kuvvetli bir ikinci adama sahip olamadığı için ölçüyü kaçıran bir padişah” olarak değerlendirmek bile bunun yanında masum kalabilir.

Gerçek bir tek adam rejiminin imparatorluğu yıkıma götürürken sessiz kalmayan bir avuç İttihatçı tarafından yıkıldığını ve dolayısıyla bunun bir darbe olduğunu iddia edenler de bu argümanlardan destek alıyor şüphesiz. Anayasanın rafa kaldırılmış olması, 1848’in Osmanlı’ya geç etkisi ile 60’ların sonunda dillendirilen parlamenter yönetim talebinin göz ardı edilmesi, baskı, şiddet, devletin her kademesine yerleşmiş liyakat sahibi olmayan yönetici sınıfı ve hatta bunların 12-13 yaşındaki çocuklarına verilen unvanların bu süreci tetiklemesinin onlar için bir önemi bulunmamaktadır. Düyun-u Umumiye’den ise mümkün olduğunca bahsetmeyerek sadece savaşların ve isyanların sebep olduğu ekonomik yıkımın bir sonucu olduğuna değinmekle yetinmekteler. Devletin yıllık gelirinin %60’ından fazlasının dış bor ödemelerine ayırmasının en önemli nedeninin tek adam rejiminin hesap vermez harcamaları ve devlet idaresindeki pespayelik olduğunu görmek istememekteler.

Hükümet’in padişaha değil seçilmiş Meclis’e karşı sorumlu olmasını sağlayan, şeyhülislamdan nazırlara kadar dağıtılan maaşların kontrolünün padişahtan alınmasını sağlayan, kooperatifler ve sendikalar ile halkın örgütlenmesinin kapısını açan bir sürecin verili durumun daha ilerisinde olduğunu söylememek mümkün değil halbuki. Ticaret okullarının açılması, eski okulların ıslah edilmesi, yabancı dil öğretimine önem verilmesi, kadınların eğitimi için atılan adımların atılması da burjuvazinin devlet idaresini ele alma çabasının bir temelleri olarak değerlendirilebilir.

Tek adam rejimi, kadınların eğitim ve dolayısıyla toplumsal hayata katılımı, devlet kurumlarına yapılan keyfi atamalar, kontrolsüz-keyfi devlet harcamaları, devlet gelirlerinin yabancılara peşkeş çekilmesi… Ne kadar tanıdık değil mi?

1908’den 110 yıl sonra İttihatçılığın tekrar tartışılmaya başlamasının, gençlerin Mahmut Şevket Paşa ve Hareket Ordusu’nu yeniden keşfetmelerinin, “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” başlıklı/konulu yazıların yazılmasının temel sebebi bu benzerlik. İttihatçı olduğunu iddia edenlerin bir kısmının bunu bir cüret gösterisi olarak, 1908 Devrimi’ni gerçekleştirenlerin cesaretine sahip olduklarının altını çizmek için yaptıklarından şüphemiz yok tabi. Bu cüret ve cesaret son derece önemlidir. Fakat bu cüret ve cesareti gösteren gençlerin tek adam rejiminin meşruiyetini sağlayan seçimde radikal/sosyal demokrat partileri desteklemesi bir çelişkidir. Özellikle sınıf siyaseti ile tanışmış, işçi sınıfının örgütlenmesi ve iktidarı alması için mücadele etmiş, bu saflarda ter akıtmış gençlerin tarihin çarklarını geriye doğru çevirmeye çalışmaları, tek adam rejiminin yerine kendilerinin de ilerici olmadığını bildikleri burjuvazi ile aynı safta dövüşmeye(!) çalışmaları trajiktir de.

Bizim de bu trajedide kendimizi dışarda bırakan, sadece suçlayan bir tavır almamız bir hatanın daha kapısını açar. Neyi başaramadığımızı bildiğimizi ve başarmak için neye ihtiyacımız olduğunu ısrarla vurgulamamız gerekir. İşçi sınıfının devrimci partisinin inşası için İttihatçılardan daha cesur ve daha cüretkar olduğumuzu göstermemiz gerekir. İleriye doğru yol aldığımızı, tek adam rejimi ve sermaye iktidarının benzer sonuçlarla doğuracağını anlattığımız kadar anlatabilmemiz ve gösterebilmemiz gerekir.

1908’de saltanata/monarşiye karşı ilerde olduğu düşünülen burjuvazinin bugün ilericiliği temsil etmediğini, insanın doğasına aykırı bir toplumsal yapının mimarı olan bu sınıfın temsilcilerinin bizleri bugün temsil edemeyeceğini ısrarla anlatmak gerekir. Radikal demokratlarda, sosyal demokratlarda İttihatçı ruhun yaşamadığını, Meclis kürsüsünden veya sosyal medyadan yapılan külhanbeyi havasındaki çıkışların bu ruhun katili olduğunu söylememiz gerekir. Gerçek İttihatçılığın sadece konspirasyondan ibaret olmadığını, işin heyecanının komploculukta değil fabrikalarda, okullarda örgütlenmek olduğunu göstermemiz gerekir.

Bu “gerekirler”in hepsi işçi sınıfının iktidarı için birlikte mücadele edenlerin ödevidir. Kısacası; 1908’in devriminin eksik bıraktığı her şey bizim sırtımızdadır. Bu yükü varacağı yere, yeni bir devrime taşımak için ilerleyen komünistlere Mahmud Şevket Paşa’nın Selanik’ten yol çıkarken söylediklerini hatırlatalım:

” Vatan gidiyor, millet mahvoluyor. Ne duruyoruz? Bizde cesaret, bizde hamiyyet yok mu?”