Başarı yutturmacasının esiri olanlar

Başarı yutturmacasının esiri olanlar

02-12-2018 09:24

Bir derbi maçının ardından konuşulanlar değişmiyor. Sahada oynanan oyun üzerine beş cümle kurulmazken federasyon, hakemler, kavgalar, küfürler haftalarca tartışılıyor. Türkiye’nin çarpık futbol düzeninin ardında büyük komisyonları paylaşanlar, para aklayanlar ile birlikte tüm ülkenin bağlandığı “üç takım”dan ibaret bir anlayış yatıyor.

Zafer Aksel Çekiç

Bir derbi maçının ardından konuşulanlar değişmiyor. Sahada oynanan oyun üzerine beş cümle kurulmazken federasyon, hakemler, kavgalar, küfürler haftalarca tartışılıyor. Türkiye’nin çarpık futbol düzeninin ardında büyük komisyonları paylaşanlar, para aklayanlar ile birlikte tüm ülkenin bağlandığı “üç takım”dan ibaret bir anlayış yatıyor.

Türkiye’nin bağımlı bir ülke olarak pek çok çarpıklığı barındırdığı tartışmasız. Bu açıdan İstanbul medyasının “ulusal basın” sayıldığı bir ülkede üç İstanbul takımının futbol taraftarlığının da “ulusal takımlar” gibi şekillenmesinde şaşılacak bir şey yok. Eskişehir, Trabzon ve Bursa başta olmak üzere bir avuç şehrin ve takımın taraftarlarının karşı mücadelesinin değeri tartışılmaz olsa da sonuçları pek az değiştirdiğini de biliyoruz.

Dönemin puanlama sisteminin de getirdiği imkanla Trabzonspor’un altı ve bir “yol kazası” sayılabilecek Bursaspor tek şampiyonluğu dışında 60 yaşına doğru ilerleyen futbol ligimizin sadece üç İstanbul takımını şampiyon yapmış olması Türkiye futbol düzeni adına başlı başına açıklayıcı.

Futbol gazetelerinin üçte ikisini, spor sayfalarının neredeyse tamamını, televizyon programlarının hemen her dakikasını kaplayan Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’dan Türk futbolunun bugün yaşadığı açmazın altında da bu düzen yatıyor.

“Allah versin”

Türkiye’nin en temel gündemini oluşturan futbolda 90’lı yıllarda oluşturulan bir takımın Akdeniz Oyunları şampiyonluğu ile başlayan ve Dünya Kupası’nda üçüncülük ile sona eren istisnai on yılı dışında hormonlu bir hali olduğu ortada. Sportif açıdan olduğu kadar mali açıdan da sağlıksız gelişen ülke sporunun ve özellikle futbolun borçlarla kurulan takımlar ve yöneticiler ve siyasetçilerden teknik direktörler ve aracılara komisyonlarla belirlenen kirli ilişkilerden ibaret bir halde olduğunu görüyoruz.

Dünyanın tüm önemli futbol ülkelerinde piyasalaşma beraberinde zengin kulüpler ile diğerleri arasında bir uçurum yaratsa da piyasanın “altın kuralları”na uyumlu olarak toplam değerin yükseltilmesi ve sınırlı da olsa bir rekabetin yaratılması birbirine paralel ilerliyor. Türkiye’nin ise iyice kirli düzeninde “üç takım” üzerinden kurulan sistemin bekası esas oluyor.

90’ların sonundan itibaren üç İstanbul takımına dayalı düzenin iyice kemikleştirildiği söylenebilir. Abartılı yayın ihalelerinin yüzde 60-70’lerini kasalarına koyan üç İstanbul takımının etrafında gelişen sınırlı reklam ve pazarlama ağı ile Türkiye’de diğerlerine karşı olan uçurumu Kapıkule’den ötede Avrupalılara karşı yaşamalarına engel olabilecek bir imkanları olmaması bu çarpıklığın sonucu sayılmalı.

Bu açıdan yine 90’ların sonunda bu üç takımın basketbolda tüm yayın gelirlerini talep ederek ligdeki iki büyük sponsor takımının dışında kimsenin gelir sahibi olamayacağı bir düzen kurulmasını isteyecek kadar arsızlaşması “üç takımlı” düzenin ibret vesikası olarak arşivlerde duruyor. O dönem tribünlerde bu üç takımın renklerinin üzerine yazılan “Allah versin” tepkisinin polis gücüyle engellenmek istenmesi de bu anlayışın Türkiye sermaye düzeniyle ne kadar iç içe geçtiğinin göstergesi sayılmalı.

Bugün dahi bu payın daha da arttırılmasını isteyen İstanbul takımları Türk oyuncuların fiyatlarının aşırı şişmesi nedeniyle ücret kırmak üzere yabancı sayısının arttırılmasını sağladıktan birkaç yıl sonra diğer takımların ucuz yabancı oyuncularla başarılı olması ve Şampiyonlar Ligi imkanlarından uzak kalma riskinin artmasıyla bu kez yabancı sayısını kısa sürede düşürecek bir yönelime girmesi de benzer bir gösterge. Meselenin Erdoğan’ın dilinden ifade edilmesi arkada yatan bu ekonomik boyutu görmeye engel olmamalı.

Sahalarda görmek istemediğimiz hareketler

Milyarlarla ifade edilen borçlara rağmen ancak UEFA tarafından sınırlandırılan üç İstanbul takımının hegemonyası futbolun çirkinliklerinde de yarışıyor. Şike, usulsüzlükler, vergi kaçakçılığı, kavgalar, küfürler en başta bu üç “büyük” üzerinden gelişiyor ve yayılıyor.

Futbolun yönetimini aralarında paylaşan bu üç İstanbul takımının sürekli olarak mağduru oynamaları ise Türk futbolunun trajedisi olarak görülebilir. Birbirlerini şikeyle suçlayanlar, hakem oyunlarından şikayet edenler ertesi hafta kendi ekranlarından “baskımız işe yaradı” demeleri, bir hafta rakibinin federasyon tarafından kollandığını “delillendirenler”e karşı ertesi o takımın taraftarlarının aynı şekilde “deliller” ile çıkması, dolar milyarderlerinin başkan, yönetici olduğu takımların halkın, cumhuriyetin, ilericiliğin takımlarının olduğunun ileri sürülmesi gibi gariplikler üzeri örtülebilecek nitelikte değil.

Tüm bu imkanlarla ortaya çıkartıla çıkartıla bir çirkinlik abidesinin çıkartılması ve bunun piyasalaşmayla at başı gitmesi şaşırtıcı sayılmamalı.

Ezilenlerin ihaneti

Bu tabloda nereye baksa bu üç İstanbul takımını gören Türkiye’nin herhangi bir yerinde oturan herhangi bir kişinin kendisini bu üç takımdan biriyle özdeşleştirmesinin en temel gerekçesi bunların “başarı”larına ortak olma çabasından öteye geçmiyor.

Yüzlerce kilometre uzakta çoğu kez azıcık geliri nedeniyle bu takımların “müşterisi” olmaya bile yeterli görülmeyen milyonlarca insanın her hafta televizyon başında büyük bir aidiyet duygusu yaşaması sınıf analizlerden önce anlaşılması gereken bir patoloji olarak görülmeli.

Bu uyduruk düzende eldeki sonuç üç semirtilmiş takımın tekelinden ibaret kalmaya mahkum görünüyor. Bu milyonların sporla olan ilişkisinin sigara dumanlı kahvehane köşelerinde ekrana bakmak üzere boynunu kaldırmaktan öteye geçmemesi demek.

Üç takımlı bu düzenin değişmesi ise ancak sermaye düzenin değişmesiyle mümkün.