28 Şubat: Post-modern darbe mi düzenin restorasyonu mu?

28 Şubat: Post-modern darbe mi düzenin restorasyonu mu?

04-03-2018 11:58

Dönemin komünist partisi, Sosyalist İktidar Partisi (SİP) ise sürecin açığa çıkardığı olanaklara gözünü diken, buradan hareketle sosyalist siyasetin etkili bir güç haline gelmesi için gerekli örgütlenme olanaklarını, mücadele biçimlerini arayan bir konumlanışta idi.

Bilgütay Hakkı Durna

28 Şubat’ı geride bırakalı 21 yıl olmuş.

Necmettin Erbakan’ın başkanlığında aldığı %21 oy ile 1995 yılında yapılan seçimlerden birinci parti olarak çıkan Refah Partisi (RP), Tansu Çiller başkanlığındaki Doğru Yol Partisi (DYP) ile koalisyon kurmuş ve hükümet olmuştu. Nihayetinde yaşanan bir dizi gelişme sonrasında ise hükümet askerler tarafından istifaya zorlanmıştı. Önceki müdahalelerin aksine yönetime bizzat el konulmadığı için de yaşananlar, bir dizi çevre tarafından çok beğenilen ifade ile “post-modern darbe” olarak anılmaktadır. Askerlerin deyimiyle de” demokrasiye balans ayarı” yapılmıştır. Ardından Refah Partisi kapatılmış, yöneticilerine siyasi yasak konulmuştur.

Askerlere göre 28 Şubat bin yıl sürecekti. Değil bin yıl, beş yıl dahi sürmemiştir. Bunun yanında İslamcı çevreler de 28 Şubat travması hâlâ devam etmektedir. Örneğin 28 Şubat yargılamasına yönelik yaklaşımlarda bu husus oldukça açık görülmektedir. FETÖ dönemi tüm yargılamalara öyle veya böyle kuşku ile yaklaşılır, bunun sonucu yargılama sürecine yansırken, bu davaya değinilmemektedir dâhi.

Peki, göz önünde yaşananları bir kenara koyarsak, 28 Şubat 1997 tarihinde esasen ne olmuştu?

Sanırım bunun için biraz gerilere gitmek gerekiyor.

Gericilik dönemi ve müdahale

90’lı yıllar Türkiye açısından bir gericilik dönemidir. “Ne zaman gerici olmadı ki” klişesini bir kenara koyarak devam edersek, bu yıllar kontr-gerilla yapılanmasının “açık” çalışma yürüttüğü, siyasal karar süreçlerine doğrudan müdahale ettiği yıllar olarak kayda geçmiştir.

Kürt siyasetçilerini ve aydınlarını doğrudan hedef alan “kirli” bir dönemden bahsediyoruz. Döneme ilişkin hızla büyüyen ve gelişen dinci gerici örgütlenmeleri de not etmeliyiz.

Bunun yanında dünyada reel sosyalizmin çözülüşü sonrası emperyalist sistemin kendisini yeniden yapılandırdığı bir dönem yaşanmakta idi. “Soğuk savaş” döneminin yapıları masaya yatırılmış ve tasfiyesine/yeniden biçimlendirilmesine girişilmişti. Esasen de “gladio” örgütlenmelerinden bahsetmekteyiz. Kuşkusuz Türkiye kapitalizminin bu yöneliminin dışında kalması mümkün değildi.

Sanırım 28 Şubat’tan dört ay öncesini, Susurluk “kazasını” hatırlatmak yeterli olacaktır. Kuşkusuz öncesi vardır, bununla birlikte “Susurluk” ve “28 Şubat” ile restorasyon süreci ete kemiğe bürünmüştür. Bu sürecin esas aktörü de girişte belirttiğimiz üzereTürk Silahlı Kuvvetleri olmuştur.

Restorasyonun amacı bir yandan emperyalist sistemin yönelimi doğrultusunda kontr-gerillanın tasfiyesi (aslında aynı anlama gelmek üzere yeniden yapılandırılması), bununla doğrudan bağlantılı olarak RP nezdinde siyasal İslami hareketlerin merkez siyasete yakınlaştırılması, esasen de nihayetinde burjuva siyasetine nefes aldırılması, onun yeniden yapılandırılması idi. Bu anlamı ile “Susurluk” ve “28 Şubat” farklı müdahaleler olmayıp, bir bütünün parçasıdır. Her ikisi de restorasyonun meşruiyetinin malzemesidir.

Ara bir not olarak belirtmek gerekiyor. Restorasyon sürecinin esas aktörü asker olmuştur dedik. Bununla birlikte ülkedeki kontr-gerilla yapılanması ile göbekten bağlı yapıda ordudur. Aynı şekilde dinci gericiliğin birinci elden müsebbiplerinden biri de. Ve tüm bunların yanında esas olarak bir sermaye kurumudur, özelleştirmecidir. Yine, aydınlanma, bağımsızlık gibi kavramlarında kurumsal olarak TSK’da bir karşılığı bulunmamaktadır. Bu nedenle buradan değil “devrimci” “reformcu” bir yapı dahi çıkmaz.

Sol

Restorasyon süreci solun ezberlerini de bozdu. Buna rağmen sol yine eski ezberlerini tekrarlamaya devam etti. Bir yanda “demokrasi” refleksi ile olan bitende siyasi hak ve özgürlüklere müdahale görüp karşı duranlar diğer yanda ise askerdeki “ilerici” yönü bir kez daha keşfedenler. Ortada ise, “bize ne”, “ne darbe, ne şeriat” diyenler. Hal böyle olunca da solun önemli bir kısmı nasıl bir tutum aldığından bağımsız olarak, objektif olarak bu sürecin bir parçası oldu. Tüm bunların sol açısından bakiyesi ise, bugünlere kadar gelen “liberal” ve “ulusalcı” haller oldu.

Dönemin komünist partisi, Sosyalist İktidar Partisi (SİP) ise sürecin açığa çıkardığı olanaklara gözünü diken, buradan hareketle sosyalist siyasetin etkili bir güç haline gelmesi için gerekli örgütlenme olanaklarını, mücadele biçimlerini arayan bir konumlanışta idi.

Sonuç yerine

Restorasyonun amacı kontr-gerillanın tasfiyesi/yeniden yapılandırılması, siyasal İslami hareketlerin merkez siyasete yakınlaştırılması, nihayetinde burjuva siyasetinin yeniden yapılandırılmasıdemiştik. Buna ilişkin uzun erimli bir plan, program ise yoktu.

Öngörüleceği üzere, kriz dinamikleri kısa bir süre sonra tekrar ortaya çıktı.

Siyasal alana müdahale eden restorasyoncu güçler doğaları gereği toplumsal alana müdahale etmediklerinden/edemediklerinden merkeze çekilmek istenen siyasal İslamcı hareketler AKP’de cisimleşerek merkeze yerleşti. Özelleştirmeler, sendikal alana müdahaleler gibi başlıklarda da çıplak hali ile kendini gösterdiği üzere,AKP’nin sermayenin programının tereddütsüz uygulayıcısı olduğu da görüldü. Sermaye sınıfı karşılığında birinci cumhuriyeti(ni) “feda” etti.

Tüm bu sürecin bedeli ise, sol etkili bir güç haline gelemediği her halde emekçi halka ve ülkeye çıktı. O halde, önümüzdeki süreçlere ilişkin arayış ve çaba bellidir: Güçlü bir sol, güçlü bir komünist parti.