Özal’lı yıllar ve icraatın içinden

Özal’lı yıllar ve icraatın içinden

23-09-2018 13:20

Tipik bir gerici olan Turgut Özal, Türkiye tarihinde ülkenin üzerindeki karanlığın büyümesi yönünde en çok adım atan siyasetçilerden biri olarak tarihe geçmiştir.

Bir, “sömürü, bağımlılık ve gericilik” öyküsü

Türkiye’de sermaye devletinin aşağı yukarı bütün kademelerinde görev alan Turgut Özal’ı tek bir kişi olarak ele almanın ötesinde, Özal’lı yılları ve süreçte ülkemizde yaşanan dönüşümü ele almak gerekiyor. O dönemi, sermaye iktidarının daha da perçinlendiği, emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinin daha da derinleştiği ve işçi düşmanlığının büyüdüğü yıllar olarak görmek en doğrusu

Günümüzde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın konuşma yaptığı “Millete Hizmet Yolunda” ya da “Ulusa Sesleniş” adlı televizyon programının ilk örneği olarak sayılabilecek “İcraatın İçinden” programı ile 1980’li yılların sonu ve 90’ların başında televizyonlara çıkan zamanın Başbakanı Turgut Özal, bugün sermaye iktidarının ülkemizde geldiği noktanın en önemli mimarlarından biri olarak biliniyor.

Yazımızın esas konusunu AKP iktidarı ile ANAP ve Erdoğan ile Özal arasındaki benzerlikleri ortaya çıkartmak oluşturmuyor. Ancak Türkiye’de gerek sermaye devleti gerekse sermaye iktidarı açısından kritik dönüşümleri yapan bu iki siyasal odak ve temsilcileri arasındaki süreklilik ilişkisine mutlak olarak vurgu yapılması en önemli noktayı oluşturmaktadır.

AKP iktidarının 12 Eylül’ün çocuğu olduğu ve oradan devraldığı politikaları yürüttüğü gerçeğinin tek başına siyasal alana sıkıştırılması, söylemsel düzeyde ele alınması ya da yalnızca 12 Eylül faşizmi ile AKP iktidarının faşizan yönelimleri üzerinden paralellik oluşturulması oldukça yetersiz.

O yüzden Özal’lı yılları ele alırken 12 Eylül öncesini ve sonrasını da kapsayacak şekilde birkaç başlığı öne çıkartmak isabet olacaktır. Bunlardan birincisi Türkiye kapitalizminin birikim modelindeki dönüşüm ve neo-liberal etki olarak görülmeli. Bunun devamında emek düşmanlığı ve sermaye sınıfının mevzilerinin ilerlemesi gibi sonuçlar ortaya çıkmış, Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin (KİT) satılması ile başlayan özelleştirme dalgası gündeme gelmiştir. İkinci olarak, adı geçen dönem Türkiye’de siyasal İslâm’ın yükselişinde ve günümüzde AKP iktidarında cisimleşmesindeki açılan yol ifade edilmeli. Son olarak Türkiye’nin emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin önünün sonuna kadar açıldığı ve bir sonraki döneme zemin oluşturan bir tarih kesiti olarak Özal’lı yılları değerlendirmek gerekmektedir.

Bu kesit ya da dönem elbette, Türkiye kapitalizminin emperyalist sistem içindeki yerinden azade ve Türkiye’deki sınıf mücadelelerinden ayrıksı değil. Hatta tam tersine tam da bunlarla ilişkili.

DPT, Takunyalılar ve 24 Ocak’a giden yol

Büyük siyasete atılmadan önce Menderes döneminde Demokrat Parti saflarında yerini alan Turgut Özal, kendisinin ağabey olarak gördüğü Süleyman Demirel ile hep yakın ilişki içerisinde oldu. Demirel’in “Bizim Turgut” adını verdiği Özal’ın 27 Mayıs sonrasında Devlet Planlama Teşkilatı’na bir şekilde kapağı atması da Demirel sayesinde hayata geçti. Bundan sonraki kısmın ise iki yönü ön plana çıkmıştır. 27 Mayıs sonrasında Türkiye kapitalizmi sermaye birikim modelinde bir farklılaşmaya tabi olurken, ithal ikameci model ağır basmaya, sermaye sınıfının kompozisyonunda da bir değişik ortaya çıkmaya başlamıştır. Kamucu ve sosyal devletçi uygulamaların öne çıktığı bu modelde sermaye birikimi üzerinde devletin ağırlığı artarken, işçi sınıfı da örgütlenme, temel ekonomik ve siyasi haklar gibi başlıklarda kazanımlar elde ediyordu.

Uluslararası dinamikler, emperyalizmin yönelimler ve Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları hesaba katıldığında, 1950’li yıllarda ABD’nin ekonomik ve siyasi destekleri sayesinde bir yerlere gelen Türkiye kapitalizminin ne olursa olsun serbest piyasa ekonomisinin temel değerlerine dönmesine ve özel sektörün palazlandırılmasına ihtiyacı bulunmaktaydı.

Özal’ın DPT yılları (1967-1971) tam da bunların hayata geçirilmeye çalışıldığı ve devlet elinde oluşan birikimin patronlara ve İslamcı çevrelere peşkeş çekilmesinin adı olmuştur. DPT müsteşarlığı döneminde ikili bir misyonla hareket eden Özal, kamu kaynaklarının özel sektöre dağıtılmasını organize etmiş, bununla birlikte DPT içerisindeki kamucu, solcu ya da sosyalist unsurların tasfiyesi için canla başla çalışmıştı.

Aynı zamanda, Türkiye gericiliğinin önemli bir kolu olan Nakşibendiliğin siyaset ve devlet alanındaki temsilcilerinden biri olan Turgut Özal’ın görev edindiği bir diğer başlık ise DPT içerisine İslamcı kadroların doldurulması ve siyasal İslam’ın devlet katında (özellikle DPT gibi stratejik kurumlardan bir tanesinin içinde) örgütlenmesinin sağlanması idi. DPT içinde mevlit okutan, Cuma namazına toplu giden, devlet dairelerinin içinde ortalıkta namaz kılan ve “Takunyalılar” olarak anılan bu çevre içerisinde Hasan Celal Güzel, Ekrem Pakdemirli, Vehbi Dinçerler, Agah Oktay Güner gibi Türkiye sağının önemli isimleri ile Yahya Oğuz, Nevzat Yalçıntaş, Temel Karamollaoğlu gibi İslamcı kadrolar yer alıyordu.

Tüm bu yaklaşımların ekonomi ve siyaset alanına yansımalarının özellikle 12 Eylül sonrasında ülkemizi getirdiği yer bugün çok açık olmalı. Amerikancılık ve emperyalizm işbirlikçiliğinin ülkemizdeki tescilli temsilcilerinden biri olan Özal açısından olmazsa olmaz başlıklar serbest piyasa ekonomisinin derinlemesine gelişmesi, özel sektörün başat hale gelmesi, emperyalizmin ekonomik kurumları olan Dünya Bankası ve IMF’ye bağlılık, ABD’nin siyasi yönelimleri ile tam boy paralellik ve işçi düşmanlığı olarak yazılabilir. Tipik bir burjuva siyasetçisi olan Özal’ın 12 Mart sonrasında soluğu ABD’de alarak Dünya Bankası danışmanlığı yapması, Türkiye ekonomisinin kurtuluşu için IMF reçetelerini gündeme getirmesi ve en sonunda 24 Ocak 1980 yılında alınan ekonomik kararlarının ortaya çıkışındaki rolü tam da bu söylediklerimiz ile ilgilidir.

24 Ocak Kararları, Demirel’in başbakan olduğu bir hükümetin Turgut Özal’ın hazırladığı Amerikan projesini onaylamasından başka bir anlam taşımamakta ve aslında 12 Eylül sonrasının ekonomik modelinin şekillenmesi anlamına gelmekteydi. Türk lirasının dolar karşısında devalüe olması, IMF reçetesinin kabulü, devletin ekonomideki rolünün küçültülmesi, Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin (KİT) özelleştirilmesinin önünün açılması, yabancı sermaye yatırımlarının teşvik edilmesi, kâr transferlerine kolaylık sağlanması, ithalatın önündeki engellerin kaldırılması ve “hayali ihracat”ın önünü açılması gibi başlıkların hepsi 24 Ocak Kararları’nda yer almaktaydı.

Ekonomide yaşanan bu liberalizasyon hamlesi, tam da emperyalizmin tüm dünyaya dayattığı neo-liberalizm ile uyumlu bir program olarak gündeme gelmiştir. 12 Eylül darbecileri için Amerikalıların “Our boys did it” (Bizim çocuklar başardı) dediği biliniyor. Ancak darbecilerin yanında, Turgut Özal gibi burjuva siyasetçilerinin de Amerika’nın çocukları kapsamına girdiğini not etmek gerekmektedir.

İşçi düşmanını uzakta aramayın: Çankaya’nın şişmanı MESS Genel Başkanıydı

Türkiye tarihinin ele alırken piyasacılık, işbirlikçilik ve gericilik bağlamında öne çıkan aktörlerden biri olan Turgut Özal her ne kadar çeşitli noktalarda burjuva kültürünün normlarını zorlasa ve zaman zaman halktan bir tip gibi gösterilmeye çalışılsa da kendisinin aynı zamanda yeminli bir işçi düşmanı olduğunu ifade etmek gerekiyor. Ve hatta aynı zamanda bir patron olduğunu…

Özel sektöre olan sevgisi ve piyasacılığa olan inancını hiç kaybetmeyen Özal 1970’li yıllarda Türkiye’de büyük sermayenin taşıyıcı kadrolarından biri olmayı da başarıyordu. Sakıp Sabancı ile olan yakın ilişkisi sayesinde Sabancı Holding’de yüksek düzeyde yöneticilik yapan Özal’ın bu alandaki en önemli pozisyonu ise Türkiye sermaye sınıfının en büyük örgütlerinden biri olan Metal Sanayicileri Sendikası’nda (MESS) önce genel sekreterlik, sonra da genel başkanlık oldu. 1970’li yıllarda Türkiye işçi sınıfının mücadelesi özellikle Türkiye Komünist Partisi’nin DİSK üzerindeki etkisi ile ortaya çıkarken, DİSK’in en önemli ve mücadeleci sendikası olan Maden-İş de sınıf mücadelesinin önemli bir odağı olarak öne çıkıyordu. Böylesi bir dönemde işçilerin sendikal mücadelesinde patronların adına görev alan kişi Turgut Özal olmuş, aynı zamanda kendisi bu dönemlerde şirketler kurarak bulunduğu pozisyonu ranta döndürmeye de çalışmış ve TÜSİAD’ın bir üyesi olarak hep sınıfının çıkarları için hareket etmiştir. Maden-İş ile MESS arasındaki görüşmelerde Maden-İş’in başkanı Kemal Türkler ile karşı karşıya gelen Özal’ın, devrimci işçi önderi Kemal Türkler’in katledilmesinden sonra, “iyi olmuş pezevenge” diye yorum yaptığı iddiası [1] çok şaşırtıcı olarak görülmemelidir.

12 Eylül sonrasında ANAP, yukarıda bahsettiğimiz tüm bu yönelimlerin siyaset alanında en önemli taşıyıcısı olarak hareket ederken, bu sefer ANAP Genel Başkanı olan Turgut Özal devlet içerisinde ve sermaye sınıfı safında yaptıklarını bu sefer de düzen siyasetinin arenasına taşıdı. 1983 yılında Başbakanlık, 1989 yılında ise Cumhurbaşkanlığı yapmaya başlayan Özal’ın yönelimlerinde herhangi bir değişiklik bulmak zordur. 12 Eylül sonrasında sendikal örgütlenme ve grevler önündeki yasaklar devam ediyordu. Tariş, Netaş gibi direnişlerin sonrasında 1989 yılında ortaya çıkan Bahar Eylemleri ve Zonguldak maden işçilerinin direnişi artık Cumhurbaşkanlığı mertebesine yükselmiş olan yeminli işçi düşmanı Özal’ın karşı çıkışıyla karşılaştı. Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı” sloganı da bu dönemde girmiş ve halkın diline pelesenk olmuştur.

12 Eylül karanlığının gerek ekonomi gerekse siyaset alanındaki gölgesi sürerken gündeme gelen bu mücadelelere paralel olarak toplumsal alanda ise istikrarsızlık devam etmiştir. Ekonomideki liberalizasyondan istifade ederek palazlanan halkı kandıran bankerler ile devleti kandıran hayali ihracatçılar 1980’li yıllardaki Özal döneminin gerçekleri olarak ortaya çıkmıştır. AKP döneminde yapılan büyük özelleştirme dalgasının ve kamuculuğun tasfiyesinin kökleri, siyasal İslam’ın yaygınlaşmasının sebepleri ve Türkiye’de emekçilerin bütün haklarının günümüzde rahat bir şekilde tırpanlanmasının yolunun aranacağı yerler bellidir. 24 Ocak kararlarında, IMF mektuplarında, 12 Eylül’de, Özal’ın devlet katında ve siyaset alanında yaptıkları tam da bunların birer öncülü ya da Türkiye kapitalizmi açısından hızlandırıcıları olarak ortaya çıkmıştır.

“İcraatın içinden”, ülkenin içine etti

Turgut Özal’lı yıllar siyaset alanında “bir koyup üç almayı” adı verilen köşe dönmeci zihniyetin bir yansıması, ülkeyi yeniden yapılandırma adı altında sermaye politikalarının propaganda edilmesini, büyük bir işçi düşmanlığını ve dış politikada da Amerikancılığı temsil etmiştir. Körfez Savaşı’nda açık bir şekilde Irak ve Saddam karşıtı bir tutum içerisine giren Özal bölgede ABD ve İngiltere’nin politikalarının en açık temsilciliğini yapmıştır. 2002 yılında iktidara gelen AKP’nin 2003’te ABD’nin Irak işgaline verdiği desteğin köklerinde de Özal’lı yıllarda Türk dış politikasında yaşanan dönüşümün olduğunu ifade etmek gerekmektedir.

Tipik bir gerici olan Turgut Özal, Türkiye tarihinde ülkenin üzerindeki karanlığın büyümesi yönünde en çok adım atan siyasetçilerden biri olarak tarihe geçmiştir. Garip hareketleri, magazin basını tarafından gündeme getirilen aile yaşantısı ve Amerikan tipi siyasetin Türk siyasetine taşınmasının karikatürü olan Özal ve ailesinin Türkiye’de sermaye iktidarında tuttukları yerin görünmez olması bugün için dikkate alınması gereken önemli olgulardan bir tanesidir.

1960’lardan itibaren 1990’lı yıllara kadar Türkiye tarihinde yer eden bu figür, her daim sermaye sınıfı ve emperyalizmin safında yer almıştır. Anti-komünisttir, gericidir ve en önemlisi işçi sınıfına düşmandır.

[1] Turgut Nereden Koşuyor?, Emin Çölaşan, Tekin yayınevi, 1989, İstanbul, s. 101.