Tülin Tankut yazdı: Öncelikli ihtiyacımız...

Kapitalist sistemi sorgulamadan doğanın tahrip edilmesinden, çevre kirliliğinden sosyoekonomik, siyasi eşitsizliklere, ayrımcılığa, iç içe geçmiş ve çok çeşitli sorunlar ortadan kaldırılabilir mi? Bilimsel ve teknolojik gelişmeler de insanlığa yararlı olduğu sürece değerlidir.

Tülin Tankut yazdı: Öncelikli ihtiyacımız...

2019 yılı asgari ücret zammı belli oldu. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre ülkemizde 2018 yılında çalışanların yüzde 40’ı asgari ücretli. Cinsiyetler üstü eşitliğin sağlanamadığı iş dünyasında, asgari ücretle çalışan kadın sayısıysa erkeklere göre hızla artırıyor. Dolayısıyla öngörülen zam milyonları ilgilendirdiğinden siyasi partiler, işçiler, sendikalar tarafından hâlâ tartışılıyor.

Ancak konunun ekonomi dışı ölçütlerle değerlendirilmesi gereken boyutu atlanmamalı. Tartışmalarda hiç değilse, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ne (Aralık 1948) dayanarak ; “Çalışana, insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sağlayan bir ücret midir bu?” sorgulaması da yapılmalı. İşverenler arasından bile zammı az bulanlar çıkabiliyorsa durum ciddi demektir.

İnsan onuruna yaraşır bir biçimde yaşamak yerine hayatta kalma mücadelesi içinde olmayı kimse istemez. Ama çalışanların bu duruma getirilmesinin asıl sorumlusu küresel kapitalizm değil midir? Esnek çalışma; güvencesiz, günü birlik işler, taşeronlaştırma, işsizlik… “Tam zamanlı çalışma”nın dışında kalan “yarı zamanlı”, sözleşmeli, kısa süreli, evde, ofiste v.b. çalışma biçimleri doğal olarak kişide gelecek kaygısı yaratıyor. Evlenmek, çocuk sahibi olmak gibi hayalleri gerçekleştirmek için uzun vadeli planlar yapılamıyor. Çalışan ne zaman emekli olacağını, ne kadar emekli aylığı alacağını bilemiyor. İşten çıkarılma korkusu hayatı zindan ediyor. Yaşam boyu iş güvencesi arıyor kişi.

Kendi yaşamı üzerindeki kontrolü yitirince de artık yaşamda bütünsellik kalmıyor. Sık sık iş değiştirme, buna bağlı olarak ev değiştirme, iş arama, dahası “insanın doğduğu yer değil, doyduğu yer” misali yerini yurdunu bırakıp başka diyarlara göçme, zorlanınca “ne iş olsa yaparım” diyerek eğer varsa mesleğinden vazgeçme… Vasıfsız emek ordusuna vasıflılar da katılıyor.

İş değiştirme, işbirliği ve dayanışmayı engelliyor. Çalışanlar sıranın kendilerine gelip gelmeyeceğini tedirginlik içinde bekliyorlar. Koşullar dayanılmaz hale gelince çalışan kendi isteğiyle ayrılıyor işten.

Kendini işi aracılığıyla tanımlamaya alışmış birinin işsiz kaldığında kapıldığı değersizlik, yetersizlik duygusu; kimi zaman bunun yarattığı öfkenin şiddet olarak dışavurumu… İş ve aile arasındaki gerilimin aşılamadığı ve yıkıcı sonuçlara – boşanma, cinayet, intihar – yol açtığı da oluyor. Parasızlık yüzünden yakınlarla ilişki bozuluyor. Küslük, kavga… Güven, bağlılık, sorumluluk gibi uzun vadeli erdemler zedeleniyor. Yalnız kalma korkusuyla katlanılan ilişkiler…

Demek ki psikolojik yakınmaların başta gelen nedenlerinden biri ekonomik.

Nitekim, 2009- 2013 yılları arasındaki Sağlık Bakanlığı istatistiklerine (ulaşabildiğimiz) göre ülkemizde, psikolojik yakınmalarla doktora baş vuranların sayısı üç milyondan dokuz milyona çıkmış. Bu, resmi veri. Bir de doktora gitmeyen, gidemeyen ya da şifayı yaşam koçu v.b. kişilerde, nefesi kuvvetli hocalarda arayanlar var.

Ancak, yaşanan sorunlar kişisel düzeyde kalmaya yazgılı kılınıyor. Kârdan başka bir şey düşünmeyen küresel kapitalizmin yalnızca ülkemizde değil, dünya genelinde, kişide ve giderek toplumda yarattığı psikolojik yıkım kulak arkası ediliyor.

Ülkemizde insanlar zor koşullarda aile, hemşeri, dini cemaat v.b yerlerden medet umuyorlar. Ama aile ve hemşeri dayanışması sınavdan geçiyor; yoksul ve ezilmişlerin yanında yer alan dini akımlar artık geçmişte kalmış görünüyor. Günümüzdekiler, kapitalistlerin ekonomik sınıf çıkarlarına ayak uyduracak biçimde hareket ediyorlar. Yalnızca onlar mı? Medyada boy gösteren; bilimi, felsefeyi kapitalistçe sömüren akademisyenler, yazarlar? Kavramlar sorumsuzca kullanılıyor, nasıl olsa denetleyen yok… En basitinden sağlık konusunda uzmanların her biri ayrı telden çalıyor!

Öte yandan yasalar zayıfları korur, diye biliriz. Çocuk, kadın, yaşlı, engelli, biyolojik durumlarından ötürü – himaye – değil, eşit yurttaşlar olarak korunmalı. Ama uygulama farklı oluyor. Kuşkusuz esin kaynağımız olan Avrupa kültürü demokrasi, temel insan hak ve özgürlükleri açısından diğer kültürlerden daha gelişmiş düzeydedir. Ancak kapitalist sistemde bunun sürekliliğinin garantisi yoktur. (En son Fransa’daki “Sarı Yelekliler”in eylemleri sırasındaki yaşanan olayları hatırlayalım.)

Mutsuz, depresif olma, hayata küsme, dahası içinde bulunulan durumu yazgı olarak kabullenme… Bunu yenmenin yoluysa toplumun çeşitli kesimlerinde yaşanan farklı sorunların birbirleriyle bağlantısını kavramaktan geçer. Küresel kapitalizm toplumsal ve siyasal eşitsizlikleri derinleştirirken bunun geniş kitleler üzerinde düş kırıklığı yaratması bir yana; yoksulluk, güvencesizlik, iklim değişikliği, çevre tahribatı, savaşlar, açlık (Yemen’deki çocuk manzaraları!), eli kulağında kıtlık, kuraklık gibi tehditler insanlığın geleceği konusunda kaygı yaratıyor.

Hal böyleyken küresel kapitalizmin, kendi yarattığı sorunlara çözüm üretebileceğini umabilir miyiz?

Dünyanın içinde bulunduğu ekolojik kriz nasıl aşılır, serbest piyasa yöntemleriyle mi?

Küresel ısınmanın yol açtığı/açacağı felaketler nasıl önlenir, uluslar arası sözleşmelere gönül rahatlığıyla güvenerek mi? ABD Başkanı’ndan sonra uluslar arası sözleşmeleri feshetmenin son örneğini de Japonya verdi. Ticari balina avcılığından vazgeçmeyeceğini ilan etti.

Kapitalist sistemi sorgulamadan doğanın tahrip edilmesinden, çevre kirliliğinden sosyoekonomik, siyasi eşitsizliklere, ayrımcılığa, iç içe geçmiş ve çok çeşitli sorunlar ortadan kaldırılabilir mi? Bilimsel ve teknolojik gelişmeler de insanlığa yararlı olduğu sürece değerlidir.

Öyleyse, bugünkü öncelikli ihtiyacımız, yaşadığımız sorunlarla yüzleşmektir.