Olgu ve algı

Yasaların gereği biçimde oluşturulmaması, denetimlerin gereği biçimde yapılmaması, sonuçların gereği biçimde izlenip, kamuoyu ile paylaşılmaması sistem gereğidir ve doğaldır, aksi beklenemez..

Bireysel bilinçlerin bir tür bileşkesi olarak kabul edilebilen toplumsal bilinç, geçmişten devralınan davranış kalıpları yanında,  üretim ilişkisi üzerinde yükselir. İmparatorluğun tebaası üzerindeki ezici hâkimiyeti yanında, dinsel inancın körleştirdiği teslimiyetçi anlayışın ürettiği insan modeli, Sovyetlerin kısa ömründe komünist insan üretilemediği gibi, bizde de henüz bir asrın dahi tamamlanmadığı sürede nesillerin hafızasından silinememiştir. Feodalizmden kapitalizme geçişte olduğu gibi, imparatorluktan ulus devlet modeline geçişte de varsıl ve yoksul kesimler farklı düzeylerde ülkeye hizmete koşulmuştur. Türkiye’de varsıl kesim Batı modelinde olduğu gibi burjuvaziyi oluşturamamakla beraber ekonominin yönetimi ve hâkimiyetine yönelirken, yoksul kesim üretimin orta ve alt kademelerindeki görevleri yanında ülke savunması ile yükümlendirilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’ndan ulus devlete geçiş, Batıda görülen feodal yapıdan ulus devlet yapısına geçişten farklı olmakla beraber, kabaca, İmparatorlukta ağa ve maraba, ulus devlette farklı kademelerde yöneten ve yönetilen sınıfını oluşturmuştur. Bu koyu yapı üzerinde serilen dinsel inanç, ezen ve ezilen kesim üzerinde, çıkar ve olanaklara göre farklı algılamaların oluşumuna yol açmıştır. Üretim ilişkisinde olduğu kadar, vatan kavramı ve vatanı koruma ideallerinin de farklı kesimlerce algılanması farklılaşmıştır.

Kapitalizmin çarklarına hâkim yöneticiler ile karşıt sınıfı oluşturan yönetilenlerin görev anlayışı ve hayata bakışları, içinde bulundukları koşullar nedeniyle farklıdır. Çarkın başındakiler tüm hizmetlerin kendilerine ve kârlarına yönelik olması gerektiği görüşünü meşrulaştırıp içselleştirerek hareket eder. Hal böyle olunca, emek sömürüsü ve hırsızlık kavramları onların algılama alanı dışında kalır. Kriz dönenlerinde emekçi çıkarma yerine çalışma saatlerinin kısaltılması kârı etkileyeceğinden patronun aklına dahi gelmez Tüm süreçlerin kâra yönelik olduğunu bilinç-altında algıladığı halde bilince çıkarmayan patron, krizde işçi ihracını ülkenin ekonomisine katkı olarak dahi iç dünyasında gerekçelendirebilir.

Ne hazindir ki, bu düşüncelerin paraleli emekçi kesimde de görülür. Var olan düzeni değiştirmeyi uzaktan yakından aklından dahi geçirmeyen emekçinin tek amacı emekçi haklarını korumaktır. İçeriği ve boyutları farklı olmakla beraber, ne gariptir ki, emekçiler için patronun da rüyası aynıdır. Zira emekçinin dahi sömürüyü kâr olarak tanımladığı aldatıcı sistemde, emekçi olmadan sermaye üretiminin de olanaklı olamayacağını patron emekçilerden daha derinden bildiği halde, emekçi durumu fazla algılayamamaktadır. Kısacası, üretim ilişkisinde külfete katlanan ve yarar sağlayan kesimler ayrıştığı halde, herkesin aynı gemide olduğu ya da aynı amaca hizmet sunduğu ideolojisi, aslında sermaye yanlı olmasına rağmen tüm topluma başat olmaktadır.

Sistemin kurulması ve işletilmesi o denli tüm kesimleri bağlayıcıdır ki, tüm destek mekanizmaları da ana amaca, yani, sermaye kesimine yönelik olarak devreye girer. Örneğin, sisteme karşı işlenen suç ağır olarak algılanırken, emekçiye karşı işlenen iş cinayetlerinde denetçilerin gevşek raporlarıyla yetinilir. Oysa sisteme karşı suç, aslında ezilenlerin sermayeye karşı kalkışıdır, yani bir tür özgürlük kalkışıdır. İş cinayetleri ise emekçiye karşı vahşice işlenen eziyettir. Sistemin ezenler ve ezilenler olarak algılanması koşulunda, kalkış ezilenlerin hakkı olarak görülmesi gerekirken; sistem işverenler ve emekçiler olarak tanımlandığında emekçi kalkışı haklılıktan uzaklaşır, ağır cezayı mucip olur. İş kazası olarak topluma yansıtılan olguların, aslında iş cinayetleri olduğu halde, hemen tüm kesimlerce olağan kaza olarak görülmesi ve algılanması da sermaye-patron yanlı ideolojinin ürünüdür.

İş cinayetlerinin nasıl önlenebileceği ya da bu konuda devletin ne tür önlemler alması gerektiği tartışmaları beyhudedir, aldatıcıdır. Çünkü bir defa, devletin kimin yanında olduğu konusunda anlaşmaya varmamız gerekir. Kapitalist sistemlerde devlet aygıtı tüm kurum ve kuralları ile emeğin değil, sermayenin yanındadır. Asgari geçim yasalarından tutalım da, çalışma koşullarının belirlenmesine yönelik tüm yasalar, zaman zaman emekçi yanında görülebilir olsalar da, aslında uzun dönemde sermayeye yöneliktir. Üstelik bu durum kapitalist dünyada ILO vb gibi uluslararası olarak gördüğümüz örgütler için de geçerlidir. Belirli bölgelerde asgari ücretlerin belirlenmesinde etkili olabilen söz konusu kuruluşların amacı emekçiyi korumak değil, farklı ülkelere yayılan sermayenin emek dampingi yapmalarını engellemeye yöneliktir.

İş cinayetleri sistemin hatası olmayıp, tam tersi, bu aşamadaki verimsiz kapitalist sistemin doğal sonucudur. İş cinayetlerine karşı etkili, hatta daha etkili önlemler talep edilmesi de tamamıyla sözde sızlanıştır. Kaldı ki, bazı yasalarda görüldüğü üzere, bu ve benzer konularda fevkalade ileri hükümler çıkarılabilir, ancak uygulama kesinlikle aksar. Çünkü karşı karşıya olduğumuz durum, sükûnetle ve suhuletle çözülecek bir mesele olmayıp, kâr hırsı ile tutuşan patronların sınır tanımaz “hayvansal dürtü” lerinin sonucudur. Durum o denli aşikârdır ki, söz konusu vahim olaylar salt özel kesim için değil, kamu kesimi için de aynı derecede geçerli ve doğaldır. Son günlerde yaşananlar, özellikle de yeni havalimanı inşaatında ortaya çıkan vahim tablo gözler önündedir. Bu durumda kamu kesimini kim denetleyecek, kamusal müfettişler mi?

Yasaların gereği biçimde oluşturulmaması, denetimlerin gereği biçimde yapılmaması, sonuçların gereği biçimde izlenip, kamuoyu ile paylaşılmaması sistem gereğidir ve doğaldır, aksi beklenemez. Tüm söz konusu acılar karşısında, bazı ufak çıkışlar dışında, toplumda bir aksi seda çıkmıyorsa, bu demektir ki, sermaye ideolojisi insan ya da emekçi yaşamının kutsallığını da aşan şiddette baskılıdır. Çünkü sistemin adı kapitalizmdir; yani, sermaye başat toplumsal yaşam biçimi! Böyle bir örgütlenme modelinde insanlar öğrenilmiş çaresizlik içinde esaret yaşamı sürdürürler.

Tabiatıyla kısa dönemde tüm emekçi cinayetleri izlenmeli, karşı çıkılmalıdır. Ancak, öğle bir ortam yaratılmalı ki, her iş cinayeti ve sonucu toplumu bir adım ileriye taşıyacak öğreti olsun ve bu öğreti devamlı işlenerek eyleme dönüştürülebilsin. Diğer bir deyişle, olgu karşısında geliştirdiğimiz algı olguya denk olmalıdır. Olgu cinayettir. İnsan yaşamı asla sermaye çıkarı ile aynı kefeye koyulamaz. Bu durumda algı da olguya denk olmalıdır. Ancak böyle bir eşitlik anlayışı ile cinayet olgusunu gerçek boyutu ile algılayabilir, oluşumun sistemle ilişkisini kurabilir ve kısa dönemli mücadele yanında asıl hedefin ne olduğunu saptayabiliriz. Kısacası, var olan üretim ilişkisine rağmen, güçlü bir öğreti ve bilinç geliştirme süreciyle, sermaye-patron-devlet baskıcı ideolojisinin kırılması kaçınılmazdır.