Ermeni sorunu: Yalanlar ve gerçekler (1)

Büyük Felaket olarak adlandırılan Ermeni Sorunu’nu 24 Nisan tarihi vesilesiyle farklı bir gözle kaleme aldık. Milliyetçi, gerici ve liberal tarih tezleri dışında komünistlerin bakışını yansıtan “Ermeni sorunu: Yalanlar ve gerçekler”yazı dizimiz 3 bölüm halinde yayınlanacak.

Ermeni sorunu: Yalanlar ve gerçekler (1)

DEMİR SİLAHTAR

Türk milliyetçi tarih yazımında emperyalist devletlerce Osmanlı Devleti’ne yapılan dış müdahaleler ve bu müdahalelerin biçimlerinden biri olarak görülen misyonerlik faaliyetleri, Ermeni Sorunu’nun ortaya çıkışı ve gelişmesinde neredeyse yegâne etken olarak gösterilmekte, Ermenilerin Osmanlı idaresi altında hiçbir sorun yaşamaksızın adeta bir “asr-ı saadet” içerisinde oldukları iddia edilmekte ve bu sorunun herhangi bir tarihi temele dayanmayan, dış güçler ve bilhassa da misyonerler tarafından ortaya çıkarılan “sunî bir sorun” olduğu görüşü yaygın biçimde savunulmaktadır.  Oysa Ermenilerin Osmanlı idaresinde herhangi bir sorun yaşamazken, salt dış güçlerin kışkırtmaları ve misyonerlik faaliyetleri neticesinde devlete isyan ettikleri yönündeki iddialar; emperyalist müdahalelerin Osmanlı Devleti’nin çözülüşünde etkili olmasına ve milliyetçi, bağımsızlıkçı akımların güçlenmesine imkân veren sınıfsal dinamikleri, Ermeni ulusal bilincinin oluşum sürecini, ardından da 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun ve bilhassa Ermenilerin yoğunlukta olduğu doğu vilayetlerinin içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ve sosyal koşulları neredeyse bütünüyle göz ardı etmektedir.

Tanzimat reformlarının yanı sıra Avrupa devletlerine tanınan kapitülasyonların şemsiyesinde yerli Hristiyanların da istifade ettiği korunaklı statü, ticaretin hızla geliştiği 1830-1860 yıllarında İmparatorluğun batı bölgelerinde Hristiyanlar arasında girişimci bir orta sınıf doğurmuş, imparatorluğun batı bölgelerinde yaşayan Ermeniler diğer Hristiyanlarla birlikte bir burjuvalaşma, iktisadi ve sosyal yükseliş dönemine girmişlerdir. Ancak 19. yüzyıla kadar Osmanlı devlet yönetiminin merkezî bir nitelik taşımadığı ve iktidarın babadan oğula geçen valilikler şeklinde Kürt aşiretlerine terkedilmiş durumda olduğu doğu vilayetlerindeki Ermenilerin içinde bulunduğu yaşam koşulları, çoğu yerde bununla tezat içerisindeydi. Yarı sömürgeleşme süreci içerisine giren Osmanlı devletinin mali ve askeri yönden çöküntü içerisinde olduğu bu dönemde, eşkıyalık, vergi sistemindeki bozukluk, kötü idare ve idareciler gibi dertlerden Müslüman tebaa gibi Ermeniler de mustarip durumdaydı. Askerlikten muafiyet ve yabancı konsoloslukların himayesini temin edebilmek gibi bazı yönlerden Müslümanlardan daha iyi durumda olsalar da doğu vilayetlerindeki Ermeniler, Müslüman tebaa ile ortak olanlara ilaveten, başka birtakım dertlerle de yüz yüzeydiler. Doğudaki Ermeni köyleri öteden beri esas olarak Kürt aşiret beyleri tarafından yönetilmekte ve bunlara vergi ödemekte iken, Avrupa kapitalizmiyle teması giderek artan Osmanlı Devleti’nin, II. Mahmut döneminden itibaren yerel feodal unsurlara karşı merkezi otoritenin gücünü arttırmaya yönelmesi, bu durumu değiştirmiştir. Devletin hem Ermeni köylülerini hem de Kürt aşiretlerini doğrudan doğruya, birbirinden ayrı olarak vergilendirmek istemesi, aşiretlerin kendi ödedikleri vergiyi Ermenilerden çıkarmasına, Kürt feodalleri tarafından dayatılan haraca itiraz etme gücünü göstermeyen Ermenilerin ise, haraca ilaveten bir de doğrudan doğruya devlete vergi ödemek zorunda kalmalarına yol açtı. Buna ek olarak, Avrupa kapitalizminin Avustralya ve Arjantin’de daha uygun ham yün ihraç kaynakları bulması neticesinde Osmanlı Devleti’nin yün ihracatında yaşanan çöküşe paralel olarak, Kürt aşiretlerinin esas geçim kaynağı konumundaki göçebe ekonomisinin de çöküntüye uğraması ve bunu izleyen zorunlu iskân politikaları, Kürt egemenlerinin Ermenilere karşı davranışlarını olumsuz yönde köklü biçimde değiştirmiştir.

Devlet idaresinin gitgide bozulduğu ve yozlaştığı bu dönemde Ermeni köylülerinin durumu da giderek kötüleşmiş, Osmanlı vergi toplayıcılarına eskiye nazaran ağırlaşan vergileri ödemeye ve vergiye ilaveten Kürt aşiret reislerine haraç vermeye güçleri yetmemeye başlamıştır. Kürt feodallerine haraç vermeyi reddeden Ermeni köylüleri mal ve hayvanlarına el konulması, kadınların ırzına geçilmesi ve öldürme ile sonuçlanan acımasız saldırılarla karşı karşıya kalmışlar, Islahat ve Tanzimat fermanlarıyla getirilen reformlar, doğu vilayetlerinde yaşamakta olan Ermeni halkının içinde bulunduğu olumsuz koşullarda önemli bir müspet değişiklik yaratmamıştır. 1850-1870 yılları arasındaki dönemde taşrada görülen haraç alma, Müslümanlığa zorlama, yağma ve adam kaçırma olayları hakkında Ermeni din adamlarınca Osmanlı yönetimine 500’ü aşkın şikâyetname gönderilmiştir.  Dolayısıyla Türk-Ermeni ihtilafı, başlangıçta esas olarak bir Kürt-Ermeni ihtilafından ve Kürt feodallerinin eylemlerine devlet tarafından göz yumulmasından doğmuştur.  Ermeniler Kürt hâkimiyetinden kurtulmak için Hristiyan devletlerin ve bilhassa Rus Çarlığının müdahalelerine bel bağlarken, bu müdahalelerin gecikmesi olasılığı karşısında Osmanlı Devleti’nden yana bir tutum sergilemişler ve Osmanlıların bölgede çıbanbaşı olarak telakki ettikleri Kürt feodallerinin hâkimiyetine son vererek merkezî bir idare oluşturma çabalarını desteklemişlerdi. Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde, Kürtlerle bir arada yaşamanın olanaksızlığı fikri Ermenilerde giderek güçlenmiştir.

Kürt aşiretlerinin saldırılarına ilaveten, Rusya’nın Kafkasya’yı ele geçirmesi üzerine 1860’lı yıllardan itibaren Osmanlı İmparatorluğu topraklarına göç eden yüzbinlerce Çerkezin önemli bir kısmının Ermenilerin bulunduğu doğu illerine yerleştirilmesi, Ermeni köylülerinin durumunu daha da ağırlaştırmıştır. Korkunç bir yoksulluk içerisinde bulunan bu göçmenler, hayatta kalabilmek için gerek Müslüman gerekse Hristiyan köylerine saldırıp, talan ediyorlardı. Çerkezler kendilerini yersiz yurtsuz bırakanlar olarak gördükleri Kafkasyalı Hristiyanlara karşı duydukları güçlü kin ve nefreti, yeni iskân edildikleri topraklara da taşımışlar, doğal olarak da bundan en fazla zarar gören Ermeniler olmuştu.

Osmanlı Devleti’nin Ermenilerin içinde bulunduğu olumsuz ortamı yaratan koşulları ortadan kaldırma hususunda isteksizlik göstermesi veya bundan aciz olması karşısında, Ermeniler umutlarını her geçen gün daha fazla, aralarındaki mezhep farklarına rağmen dindaş olarak gördükleri Avrupalı emperyalist güçlere ve Rus Çarlığına bağlıyorlardı. Nitekim doğu vilayetlerinde bu şartların hüküm sürdüğü bir dönemde gerçekleşen 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı, yarattığı sonuçlarla Ermeni sorununu uluslararası alana taşıyarak, Türk-Ermeni ilişkilerinde bir dönüm noktası oluşturmuştur.

Ermenilerin savaşta Rus ordusuna verdikleri destek ve Avrupalıların müdahalesini temin etmek için gösterdikleri gayretler, onları Osmanlı Devleti’nin gözünde güvenilmez bir unsur haline getirirken, Kürtlerin Ermenilere olan kinlerini de körükledi. Rus birliklerinin geri çekilişi sırasında Kürtler ve Çerkezler Ermeni köylerinde yağma ve katliamlar gerçekleştirdiler. Osmanlı Rus Savaşının bitimine doğru, İstanbul’daki Ermeni Meclisinin Rus Çar’ına verilmek üzere kaleme aldığı muhtırada; Fırat’a kadar olan bölgenin Rusya egemenliğinde kalması, bunun mümkün olmaması durumunda Bulgaristan’a ve Bulgarlara verilen imtiyazların aynen Ermenilere de verilmesi ve işgal olunan arazi tahliye edilecek ise Osmanlı hükümeti tarafından gerekli reformlar yapılıncaya kadar Rus işgal kuvvetlerinin Osmanlı topraklarını terk etmemeleri talep olunuyordu. Ancak Ayastefanos Antlaşması ile Rusya’nın Kafkasya’da hâkimiyet sağlayarak Doğu Anadolu ile Bulgaristan’da nüfuz sahibi olması İngiltere’nin politikasına ters düştüğünden, İngiltere, Avusturya’nın da desteğini alarak Berlin’de yeni bir uluslararası konferans toplanmasını ve bu konferans sonunda Berlin Antlaşması’nın imzalanmasını sağlamıştır. Ayastefanos Antlaşması’nın Berlin’de kendi aleyhlerine revize edilmesi, büyük beklentilere kapılmış olan Ermenilerde hayal kırıklığı yarattı. Emperyalist ülkelerin kendileri lehine müdahalede bulunmasını sağlamak için yegâne yolun silahlı mücadeleye girişmek olduğu fikri gerek Osmanlı gerekse Rus çarlığı topraklarında yaşayan Ermeni aydınları içerisinde giderek ağırlık kazandı. Birbiri ardına kurulan sosyalist eğilimli Hınçak ve milliyetçi eğilimli Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaktsutyun) komiteleri Avrupa ve Rus kamuoyunun dikkatini Ermeni sorununa çekmek amaçlı silahlı-silahsız güç gösterileri, isyan ve suikastlar örgütlemeye başladılar.

Bu dönemde Ermeni tüccar, sarraf, sanayici ve zanaatkârlar Osmanlı ekonomisi içerisinde önemli bir yere sahiptiler. Ege, Marmara, Orta Anadolu ve Çukurova’da ipekböcekçiliği, dokumacılık, bakırcılık, tütüncülük, kuru meyvecilik, madencilik, lületaşı işlemeciliği ve benzeri pek çok üretim alanında Ermeniler ileri seviyedelerdi ve üretilenlerin önemli bir kısmı yine Ermeni tüccarlar aracılığıyla ihraç edilmekteydi. 18. yüzyılın sonlarında, Osmanlı Devleti’nin kapitülasyonlarla Avrupalı tacirlere tanıdıkları imtiyazlar, kendi tebaasından tacirlere tanıdıklarının ötesine geçerek, onları Avrupalılar ile rekabet edemez duruma getirmiş, bu da gayrimüslim tacirleri Avrupa devletlerinin himayesine girmeye itmişti, ancak Avrupalılar gayrimüslim tacirlerin sahip olduğu yerel ağları ellerine geçiremediklerinden ticaretten elde ettikleri kârları onlarla paylaşmaya mecbur kalmışlardı.  Ermeni tacirler, Avrupalıları, bilhassa da Doğu Akdeniz ticaretine hâkim olan İngilizleri, iç bölgelerle ticaret yapabilmek için kendilerini aracı olarak kullanmak zorunda bıraktıkları gibi, Avrupa şehirlerinde de kendi nam ve hesaplarına faaliyet gösteriyorlardı. Batı Anadolu’da gayrimüslim burjuvazinin güç kazanması, Müslüman tacirleri ve seçkinleri tali bir pozisyona iterek, dış ve iç ticarette sahip oldukları üstün konumu yitirmelerine, ithalat ve kredi konularında gayrimüslim tüccar ve finansörlere giderek daha fazla bağımlı hale gelmelerine yol açtı.  Müslüman ve gayrimüslim tüccar ve seçkinler arasındaki eşitsiz gelişimden kaynaklanan bu sınıfsal çıkar çatışması, daha sonraki tarihlerde meydana gelen siyasi ihtilaflar bakımından önemle dikkate alınması gereken bir faktördür.

Devamı yarın

1915’e evrilen süreç